Belleksiz yeni bir yaşam mümkün mü?

J. M. Coetzee’nin, “İsa Üçlemesi”nin ilk kitabı olan 'İsa’nın Çocukluğu', Bülent O. Doğan tarafından çevrildi. Yazar, bu kitabında da alt metniyle farklı konularda okuru düşünmeye itiyor. Diyalogların öne çıktığı kitapta, okurken tartışmaların parçası olabiliyoruz, bu açıdan okurun da işin içine dâhil olduğu, metnin akışında kendi fikirlerine yer bulduğu söylenebilir.

Emek Erez emekerez@gmail.com

Geçmişinizin neredeyse tamamen silindiği, bilmediğiniz bir yerde, tanımadığınız insanlarla, yeni bir hayata başlamak zorunda kaldığınızı düşünün, neler hissedersiniz? J. M. Coetzee, “İsa Üçlemesi”nin ilk kitabı, 'İsa’nın Çocukluğu'nda bizi karakterleri aracılığıyla bu sorunun peşine düşürüyor.

BELLEKSİZ, DİLSİZ, YABANCI

Kafkavari tuhaflıklarla örülü metnin karakterleri, David ve Simón yeni bir hayata başlamak için çıktıkları yolda karşılaşıyorlar. David’i annesine götürebilecek mektup kaybolunca, Simón onu annesine kavuşturmayı görev ediniyor. Metin boyunca, bir çocuk ve orta yaş üstü bir adamın bilmedikleri bu yerde tutunma çabasına tanık olurken, yabancılık, bellek gibi konuların sızdığı bir alt metinle karşılaşıyoruz. İspanyolca konuşulduğunu öğrendiğimiz bu yer, kimsenin geçmişi hakkında bilgiye sahip olmadığı, insanların devlet tarafından yerleştirildikleri konutlarda yaşadıkları, Simón’un hikâyesinden takip edebildiğimiz kadarıyla, kendilerine çok uygun olmasa da bir şekilde iş bulabildikleri bir mekân olarak karşımıza çıkıyor. Bu açıdan görünüşte yaşanabilecek bir yer olarak tahayyül edebiliyoruz ancak özellikle Simón’un öyküsünde, köksüzlük, nereden geldiğini bilmemek, eski alışkanlıkları devam ettirememenin eksikliği, bilmediği dil nedeniyle söylemek istediklerini tam ifade edememe, belirgin bir şekilde hissediliyor. Bu da metni farklı şekillerde değerlendirmeye imkân veriyor. Bu durum, geçmişin yükünden kurtulan insanın özgürleşip özgürleşemeyeceği sorusunu da sorabilmemizi sağlıyor.

Karakter üzerinden düşündüğümüzde, tamamen unutulmuş bir geçmişin pek de sanıldığı gibi özgürleştirici olmadığını söyleyebiliriz çünkü bu insan için devamlı boşlukta ve geçmiş deneyimlerin izleri olmadan belirsiz sürecek bir yaşam anlamına geliyor. Simón’un karşılaştığı insanlarla kurduğu ilişkide yaşadığı eksiklik duygusunu da belki bununla birlikte düşünmek gerekiyor. Çünkü geçmişi acı yüklü olsa bile insanın deneyimlerinin yokluğu, bir şeylerin hep boşlukta kalmasına neden olabilir. İnsan geçmişten öğrendikleriyle, yaptığı hatalarla, yüzleşerek, hatıralarıyla şimdideki varlığının anlamını bulur ki Simón’un bu yeni yerdeki belleksiz yaşamında, bunun yansımasının epey hissedildiğini söyleyebiliriz şu cümlelerde söylediği de buna işaret ediyor bana kalırsa: “Doğru, hiç anım yok. Ama yine de imgeler var, imgelerin gölgeleri var. Nasıl olduğunu açıklayamıyorum. Daha derinlerde bir şeyler direniyor, anılara sahip olmanın anısı diyorum buna.”

İsa'nın Çocukluğu, J. M. Coetzee, Çevirmen: Bülent Doğan, 304 syf., Can Yayınları, 2021.

Anıları tamamen silinmiş olsa da “anıların anısı”, geçmiş, karakterin yaşamındaki bu yeni “boş sayfa”da direnmeye devam ediyor çünkü zaman geçmiş, şimdi ve gelecek olarak düşünülen çizginin aksine şimdide hepsini içeren bir yan taşıyor; insanın varlığının şimdide anlamlı olabilmesi için zaman denen o soyut durumun insanın bilincinde tamamını kapsayan bir yan içermesi gerekiyor. Coetzee’nin karakterinin, şimdiki yaşamına tam olarak uyum sağlayamamasının böyle bir nedeni var fikrimce.

Bu bir de yabancılıkla birleşince ki bu yerde herkes yabancı olduğu için klasik bildiğimiz anlamda bir yabancılık durumundan söz edemiyoruz ancak onun izlerini bulabiliyoruz. En başta, neredeyse herkesin yaşadığı dil sorunu var ki bir insanın kendini hiçbir zaman ait hissedememesini, eskiden kullandığı dili unutmuş olsa da devamlı aksayan bir dille ifade etme zorunluluğunu, metin bağlamında yabancılık meselesiyle birlikte düşünebiliyoruz. Metnin bir yerinde Simón’un kurduğu şu cümleler bu konuda bir şeyler söylüyor: “Yeni bir hayat arayarak farklı yerlerden, farklı geçmişlerden geldik. Ama şimdi hepimiz aynı gemideyiz. Bu yüzden birbirimizle iyi geçinmemiz gerek. İyi geçinmenin yollarından biri de aynı dili konuşmaktır… Reddedersen, İspanyolca konusunda kabalığı sürdürür ve kendi dilini konuşmakta ısrar edersen, o zaman kendini özel dünyanda yaşarken bulursun. Hiç arkadaşın olmaz. Dışlanırsın.” Bir yabancı için kendi dilinde ısrar etmenin karşılığının “dışlanmak” olabileceğini anlatıyor bu cümleler, başka bir yere giden yabancı için bunun anlamı hiçbir zaman tam anlamıyla kendini ifade edememek demek ki özellikle Simón’un bu konuda bocaladığına sıklıkla tanık oluyoruz. Coetzee’nin metninde ilk bakışta dikkat çekenin benim okuma deneyimim açısından bu konu olduğunu söyleyebilirim.

KURTARMA MİSYONU

Coetzee’nin diyaloglarla örülü metninde çeşitli felsefi tartışmalarla da karşılaşıyoruz. Bu durum metnin ayrıntılarına daldıkça başka konularda düşünmemizin önünü açıyor. Simón ve David, geldikleri bu yeni yerde biraz zor olsa da kalabilecekleri bir konuta yerleştiriliyorlar. Simón, pek memnun olmasa da başka çaresi olmadığı için bir limanda çalışmaya başlıyor, limana gelen buğdayı sırtlarında taşıyarak indirdikleri bir iş bu. Simón, bu işin gereksiz olduğunu zaten zamanla buradaki emekçilerin yerini makinelerin alacağını düşünüyor, buğdayların konduğu depoyu ziyaretinde gördüğü fareler bu işin boş olduğu fikrini daha da güçlendiriyor. Bu konuda işçilerle yaptığı bir tartışmada âdeta onların kurtarıcılığına soyunuyor. Ama iyi karşılanmıyor, işçilerden biri şunları söylüyor, “Kurtarılmak istediğimizden nasıl bu kadar emin olabiliyorsun Simón? Başka bir iş yapamayacak kadar -örneğin pompa çalıştıramayacak ya da kamyon süremeyecek kadar aptal olduğumuz için mi liman işçisi olarak geçimimizi sağladığımızı sanıyorsun?”

Bu itiraz, düşünecek epey şey söylüyor bana kalırsa. Bu devamlı düşülen bir politik hata. Kendini yukarıda bir yere konumlayan ve ona göre boş işlerle uğraşan insanları “aydınlatma” misyonu biçen, önderlik ederek yukarıdan bir toplumu veya grubu değiştirmeye çalışan, aydın bakışını sorgulamamızı sağlıyor. Bu bakış öznelerin kendi seçimlerini yok sayarken onların kendiliğinden değişebileceklerine inanmıyor, müdahale ederek, onları biçimleyerek ancak sonuç alınabileceğini düşünüyor. Simón da bu hataya düşüyor, değişimin kendiliğinden de olabileceğinin, kitleleri bir nesne gibi önüne katıp biçimleyemeyeceğinin farkına varmıyor: “Şeyin kendisi. Şeyin hep kendisi kaldığını, hiç değişmediğini mi sanıyorsun? Hayır. Her şey akar. Buraya gelirken okyanusu geçtiğini unuttun mu? Okyanusun suları akar ve akarken değişir. Aynı suya iki kere giremezsin…” Her şey devamlı oluş içerisindedir, okyanus akarken değişir, bu akış onu dönüştürür ve aynı kalmaz ancak burada bir kendiliğindenlik durumu yok mudur? Okyanusun akışı kendiliğindendir, dönüşüm kendiliğinden gerçekleşir, bunun olması için bir “kurtarıcı”ya ya da yönlendiriciye ihtiyacı yoktur. Simón’un gözden kaçırdığı budur bana kalırsa ve işçilerin itirazı da onlara yukarıdan bir tavırla değişim öneren bu bakışadır. Coetzee’nin 'İsa’nın Çocukluğu'nda buna benzer tartışmalara çok sık rastlıyoruz; yazar farklı konuları anlatısının parçası hâline getirerek, zengin bir metin ortaya koymuş bu da bütünsel, başından sonuna aynı çizgide akmayan, okuru düşünmeye zorlayan, farklı bakış açılarıyla yoğrulmuş bir metin ortaya çıkmasını sağlamış.

İDEALE UYMAYINCA

Kitabın mekânı olan yer, ideal bir ülke olarak yorumlanabilir. Herkesin ihtiyacı kadar her şeye ulaşabildiği, devlet tarafından konutlara yerleştirildiği, çok yemek seçeneği olmasa da aç kalmadıkları bir mekân atmosferi yaratmış Coetzee. Peki, bu ideal mekânın insanları uyumsuz olduklarında ne oluyor? Bu sorunun cevabını kitabın çocuk karakteri David üzerinden tartışabiliriz. David etrafının deyimiyle özel bir çocuk, hayal gücü gerçeklikle bağını koparacak kadar zengin. Matematiğe farklı bakıyor, kendi yazı dilini oluşturuyor. Elbette, tüm bunlar okul zamanı geldiğinde sorun yaratıyor; ideale yerleşemeyen David, öğretmenleriyle anlaşamıyor ve kalıba sokulmaya direniyor. Bu konuda Simón’un liman işçisi Eugenio’ya söylediği cümleler önemli bana kalırsa, “Çocuk yetiştirme konusunda iki farklı ekol vardır Eugenio. Biri onları kil gibi şekillendirip erdemli yurttaşlar hâline getirmek gerektiğini söyler. Diğeri de sadece bir kez çocuk olduğumuzu, mutlu bir çocukluğun daha sonra mutlu yaşamın temeli olduğunu söyler.” Simón başlangıçta pek de böyle düşünmüyor ancak çocuğun bu konudaki direnmesi onun da fikrini değiştiriyor, çocuğun bir kil gibi şekillendirilmesinin ona zarar vereceğini fark ediyor. David’in bazı konularda yetersiz olduğunu düşünen öğretmenlerine karşı onu savunuyor. Çocuğun okuma yazma öğrenemediği düşünülüyor başlangıçta ve bu nedenle “sorunlu” olarak gösteriliyor oysa David çoktan okuma yazmayı sökmüş ancak kendi icat ettiği okuma ve yazma şeklini kullanmayı tercih ediyor, burada bir anlamda “yapmamayı tercih etme” durumuyla karşılaşıyoruz. Sonuçta, bu ideal ülkenin de kendi kalıbına yerleştiremediğine bakışı, bildiğimizden farklı olmuyor. David ıslah evi benzeri bir yere kapatılmaya çalışılıyor, bu da metnin sonrasında karakterleri yeni bir hayat için tekrar yollara düşürüyor.

J. M. Coetzee’nin, “İsa Üçlemesi”nin ilk kitabı olan 'İsa’nın Çocukluğu', Bülent O. Doğan tarafından çevrildi. Yazar, bu kitabında da alt metniyle farklı konularda okuru düşünmeye itiyor. Diyalogların öne çıktığı kitapta, okurken tartışmaların parçası olabiliyoruz, bu açıdan okurun da işin içine dâhil olduğu, metnin akışında kendi fikirlerine yer bulduğu söylenebilir, en azından kendi okuma deneyimim için bunu söyleyebilirim.

Tüm yazılarını göster