Bellekteki yas: Sivas
Ozan Çavdar'ın 'Sivas Katliamı: Yas ve Bellek' kitabı, İletişim Yayıncılık tarafından yayımlandı. Çavdar kitapta, Sivas Katliamı'nda yakınlarını kaybeden ailelerle görüşerek bellek mücadelelerinin arka planında kendini hep hissettiren yası, kayıpla nasıl başa çıktıklarını araştırıp, bizzat onların dilinden aktarıyor.
Püren Mutlutürk Meral
Kişisel travmalar, bireylerin kişisel tarih anlatılarının derinlerinde saklı kalabilir ya da bireyler hayatlarının bir noktasında bu travmalarla yüzleşmeye karar verip, kendilerini bu yükten bir nevi azat edebilirler. Peki toplumlar? “Toplum” olarak nitelendirilebilen gruplarda yaşanan, aslında o toplumun bir travması haline gelen, toplumsal belleklerinde yer eden olaylarla da o toplum yüzleşebilir mi? Hele ki bu olay, kendini çoğunlukla o topluma tam olarak ait hissedemeyen birey ya da grupların başına geldiyse?
Bu coğrafyada yaşayan ya da bir şekilde yaşamış herkesin malumu olduğu üzere, bu sorunun cevabını vermek zor. Yüzleşme pratikleri, Türkiye’de genellikle kabul edilmeyen, üstü çizilen unsurlardan. Toplumsal olarak bir kısmımızın zihninde yer eden travmalardan biri olduğu halde görmezden gelinen 1993 Sivas Katliamı da böyle. Görece bağımsız akademisyenlerin katliama dair çeşitli çalışmalarıyla meseleye ışık tutulmaya çalışılsa da, Ozan Çavdar’ın İletişim Yayınları’ndan çıkan 'Sivas Katliamı: Yas ve Bellek' adlı kitabı, akademik olarak bir ilke imza atıyor: Sivas’ta hayatını kaybeden insanların yakınları ve aileleri ile görüşüp, birebir onların ağzından ve dilinden ortaklıklarını, farklılıklarını, yaslarını, travmalarını, en önemlisi de çalışmanın temel derdi olan belleklerini bir akademik çalışmada kullanan ilk örnek bu kitap.
Ozan Çavdar meseleyi, çalışmasının kavramsal temelini oluşturan bellek üzerinden inceliyor. Kuramsal olarak, farklı sosyal grupların farklı bellek çerçevelerine sahip olduğu önermesini temel çatı olarak ele alan Çavdar, yöntemiyle de bu kuramın doğruluğunu kanıtlıyor. Çalışmasında, katliamda ölen veya yaralanan 15 kişinin yakınları ve aileleriyle görüşen Çavdar, bu kişileri kamuoyunun yakından tanıdığı, Sivas’taki şenlikleri düzenleyen Pir Sultan Abdal Derneği çevresinden aydın ve sanatçı grubu, o sırada eğitimi devam etmekte olan çocuk ve gençler olarak üç gruba ayırıyor. Bu ayrım neticesinde Çavdar, yaşanan ortak bir acı, yas, travma da olsa; farklı grupların belleklerinde olayın farklı şekilde detaylandığını, şekillendiğini ve aktarıldığını görüyor. Aslında yazar bu şekilde, çalışmasında kullandığı kuramsal çerçeveyi ispatlıyor. Bu anlamda seçtiği konu özelinde kullandığı yöntem, akademik olarak biriciklik taşımakla birlikte; toplumsal olarak bu meseleyi kendine dert edinmiş bireyleri de oldukça etkileyebilecek nitelikte.
Kamuoyunda ve basında aslında daha çok bir “aydın katliamı” olarak bilinir Sivas ve Madımak. Bunun yanında, olayları özellikle televizyon ekranlarından izlemiş nesillerin spot görüntü ve hatta seslerle olayı hatırladıklarında; zihinlerinin derinlerinde bir yerde asıl meselenin Alevilik olduğu her zaman bilinir bir gerçek teşkil eder. Çalışmada da elbette, özellikle bellek katmanları çerçevesinde, aileler ortak noktaları olan Alevilik etrafında ele alınıyor. Bu bağlamda okur, çalışmanın başlarında bir siyasi tarih okuması da yapabiliyor. Osmanlı’dan itibaren Alevilerin maruz kaldıkları, yaşadıkları, 12 Eylül’ün hemen öncesinde yaşanan olaylar ve Aleviliğin gerek toplumsal gerekse de siyasal olarak yükselişe geçtiği bir dönemde meydana gelen Sivas Katliamı…
Ozan Çavdar’ın çalışmasında birebir ailelerden aktardığı ifadelerin oldukça sarsıcı olduğu kanaatindeyim. Özellikle kamuoyunda daha görünür halde olan ve dernek bünyesindeki aydın bireylerin dışında kalan grup ve aileleri, kitabı okurken oldukça zor anlar yaşamanıza neden olabiliyor. Zira bu grup, katliam gerçekleştiği esnada eğitim hayatları devam eden çocuk ve gençler. Ailelerinin gerek yasları, gerek belleklerindeki aktarımları, hatırlama mekanları ve pratikleri, kamuoyuna çok da yansımayan bir kısmı ortaya koyuyor. Kaybettikleri çocuklarının isimlerini, sonradan sahip oldukları çocukları ya da torunları üzerinden yaşatan ailelerin, Madımak Oteli’nin hâlâ bir müze olmayışına isyanları ve bu nedenle de kaybettikleri çocuklarının eşyalarını ve odalarını dahi olduğu gibi koruyor olmaları, olayla ilgili adalet mücadelesini kendilerinin yürütmeleri gibi, kendi müzelerini de kendilerinin yaratmış olduğu gerçeği, meseleyi gerçekten dert edinen okurların kalbine oturacak izler bırakıyor.
Çalışmanın başında, kuramsal çerçeveye dair açıklamada bulunan yazar, “yası tutulabilenler” ve “yası tutulamayanlar” arasında kavramsal bir ayrım olduğunu belirtiyor. Ne yazık ki bu nokta beni, okur olarak en çok etkileyen şeylerden biri oldu. Zira bu olaya istinaden şunu görüyoruz, devlet zaten Alevi vatandaşlarının yasına iştirak etmiyor ama toplumun Sünni kesimi de genel olarak Alevilerin yasını tutmuyor. Bu da, kayıpların “herkesin kaybı” olarak görülmediğini, “Alevilerin kaybı” olarak kodlandığını, yani üzüntüde bile birleşilmediğini gösteriyor. Bu durum, asıl yüzleşilmesi gereken unsur olarak yerini hâlâ koruyor. Öyle ki, yazarın da çalışmasında üstünde durduğu gibi, “kartopu” etkisiyle sonrasında yaşanan travmatik olaylar da toplum olarak yüzleşemediğimiz ve yasını da tutmayı beceremediğimiz, hukuki süreçte dahi hesabını soramadığımız “lekeler” olarak varlığını koruyor ve her daim toplumun “belirli” ve “öteki” kesimlerine atfediliyor.
Ozan Çavdar’ın bu çalışmasında Sivas, bir aydın katliamından öte bir çocuk katliamı olarak karşımıza çıkarak en sert tokadı atıyor okura. Fiziksel olarak olayın yaşandığı mekanda dahi izlerinin bırakılmadığı; toplumsal bellekten ve hatırlama pratiklerinden silinmesi için bu kadar uğraşılan böylesi bir acıyı, neyse ki her sene bir şekilde hatırlayanlar var. Ancak bu yeterli mi, belki de kendimize bunu sormamız gerekiyor.