'Ben bir teröristin oğluyum'

Zak Ebrahim yedi yaşındayken, babası New York'taki Yahudi bir lideri öldürdü. Sonrasında, 1993 yılında Dünya Ticaret Merkezi'nin bombalanmasının koordinasyonunu cezaevindeki hücresinden yönetti. Zak Ebrahim ise nefret döngüsünü kırmak hakkında yazdı.

Abone ol

Zak Ebrahim*

5 Kasım 1990'da babam El-Sayed Nosair, New York'ta aşırılık yanlısı Haham Meir Kahane'yi öldürdü. Babamın eylemlerinin bir sonucu olarak yaşadığım deneyimler, hayatımı bugüne bile sindirmekte  zorlandığım bir gidişata mahkûm etti.

1993 Dünya Ticaret Merkezi’nin bombalanmasını koordine eden “Kör Şeyh” Ömer Abdel-Rahman ve onun gibi adamlar, vaazlarındaki nefretle dünyaya bakışımızı değiştirmek için yıllar boyunca bilinçli bir çaba harcamıştı. Aileme gelen ve babamın eylemler nedeniyle intikam isteyenlerin ölüm tehditleri, 20 yılda 20 kez taşınmamıza yol açan istikrarsız hayatımız, bana kırılgan dünyamın her an alt-üst edilebileceğini hissettirdi.

Ayrıca, okulda çeşitli zorbalıklara maruz kalmak ve üvey babam tarafından evde tacize uğramış olmak, küçük benliğimin kendine has bir değeri olmadığını hissetmeme yol açtığı kadar kendine güven veya öz-saygı duygumu da parçaladı.

“Neden yolunuzu değiştirdiniz?” sorusunu düşündüğüm süreçte, verebileceğim en iyi cevabı buldum. Babamın eylemlerinden mi bahsediyorum? Belki de bu eylemlerin bir sonucu olarak kendi yaşam deneyimlerim hakkında konuşmam mı daha doğaldır?

KARANLIKTAN ÇIKIŞ YOLU

Bugün takip ettiğim yolu anlatmak, karmaşık bir cevap gerektiriyor; hayatımda binlerce etkileşim, deneyim ve ders söz konusu. Belki de belirli bir kişi ya da yer farklı olsaydı, yörüngemi tamamen değiştirecekti ve karanlıktan çıkış yolunu bulmam için pek şanslı olamayacaktım.

Çok genç yaşta toplumdan tamamen izole edildim ve genelde keyfi biçimde maruz kaldığım durumun nedenlerinden korktuğumu öğrendim. Yıllarca fiziksel ve duygusal olarak kötü muameleye maruz kalan empati duygum, aklımda, kendi iki yüzlülüğüme karşı iç güdüsel bir tepkiye yol açtı. Birine ırk, din veya cinsiyet nedeniyle kötü muamele ettiğimde, başkası bana bunu yaptığında neler hissettiğimi hatırladım. Bu zorluk ve mücadelede içinde büyüdükten sonra, başkalarını bu duygulara maruz bırakmayı reddettim. Bu gerçeklikten ötürü, neticede, tünelin sonunda bir ışık olduğunu hissettim. Bir müddet, bu yeni dostlukların sıcaklığını ve öğrenilmiş klişelere dayanarak insanları daha fazla yargılamamak fikrinden gelen huzuru memnuniyetle karşıladım.

Öte yandan, bir parçası haline geldiğim bu parlak yeni dünyaya baktım ve büyük acılar gördüm. Ardından kendime sordum: “Başkaları içerdeyken bu tel örgüten kaçmak ne işe yarar?”

Kendimi özel hissetmiyorum. Bunun üstesinden gelmek için bazı zorlukları aşmam gerekti ama bunları aşma becerimin eşsiz bir şey olduğunu da düşünmüyorum. Basit cevap, birinin radikalleşmesinde en önemli unsurlardan ikisinin korku ve tecrit olduğu gerçeğidir. Bu kısıtlamalardan birini veya her ikisini birden ortadan kaldırırsanız, bir kişinin radikalleşme sürecini durdurabilirsiniz. Yaşım ilerledikçe, benden nefret ettiğini düşündüğüm kişilerle etkileşime girme şansım oldu. Bu, öğrendiğim basmakalıp fikirleri parçalamanın en kesin yoluydu.

Zek Ebrahim babası El-Sayed Nosair'le birlikte.

ÖN YARGILAR DÜŞMANLAŞTIRIR

İslam Devleti gibi gruplar tarafından Batı vatandaşlarına düzenlenen saldırılar, radikalleşme telkini için mükemmel bir ortam yaratma amacına hizmet ediyor. Ayrıca burada, Amerika'da ve Avrupa'da milliyetçi ideolojilerin yükselişinin bu saldırılarla doğrudan bir ilişkisi olduğuna inanıyorum. Sadece terör eylemi gerçekleştiren biriyle ilişkili olduğu düşünülen masum Müslümanların öldürülmesinden yana olduğunu ortaya koyan Donald Trump gibi birinin seçilmesi, bunun bir kanıtıdır. Aslında benim gibi insanları babamın eylemleri için ölüme mahkûm ediyorlar. Toplumun genelinde klişeleşmiş “Müslüman terörist” korkusu üzerinden kararlar alınmaya başlanınca, IŞİD gibi gruplara hizmet ediliyor. Bu olağanüstü korku ve nefret toplumlarımızı bölerek, bu toplulukların en savunmasız kişilerini daha da izole ederek, radikalleşme telkinine karşı savunmasız hale getiriyor.

Artık bir ateist olmama rağmen, tüm inançlardan insanlarının farklılıklarını bir kenara bırakarak, birlikte ve ortak hedefler doğrultusunda çalışmasının zorunlu olduğunu düşünüyorum. Dünyanın dört bir yanından gelen insanlarla çalışmak ve imandan güç alarak başkalarına fayda sağlamak için kullandığım büyük bir ayrıcalık yaşadım.

Bir Teröristin Oğlu'nun yazarı olarak, Oxford Üniversitesi'nde, küresel kahramanlardan biri olan Başpiskopos Desmond Tutu ile inanç tartışması üzerine aynı platformu paylaşmaya davet edildim; çok şanslıydım. Her zaman ve her konuda anlaşamayacak olsak bile, hepimizin eşit olması konusundaki ortak hedeflerimizi gerçekleştirmek için bir araya gelmemiz gerektiğine derinden inanıyorum.

Kabile veya ulus bağlamında birbirimizle işbirliği yapmaya karar verdiğimizde, insan hayatının kalitesinin çarpıcı bir şekilde arttığından şüphem yok. Ortaklaşa çalışırsak daha da fazla gelişiriz. Farklılıklarımızın ortadan kalkması değil, onlarla birlikte barış içinde yaşamak yolunda öğrendiğimiz şey budur. Bu yüzden kendi yolumu seçtim. Çünkü insanlığın olumlu yönde değişim kapasitesini ilk elden deneyimledim ve bu kapasiteyi birbirimize hatırlatmayı değerli görüyorum.

Makalenin aslı The Guardian'da yayınlanmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)