İktidarın daraltmakla kalmayıp neredeyse tamamen kapattığı “eleştirel yazı” alanı giderek bir “direniş” platformu olanak algılanmaya başlandı. “Eleştirel yazı” ve “direniş”i özellikle tırnak içine alıyorum, çünkü mevcut toplumsal uyuşukluk, yılgınlık, cesaretsizlik göz önüne alındığında “eleştirel yazının” ne işe yaradığı ve hatta ne olduğu, yazının kendisinin de bir direnme biçimi olup olmadığı üzerine tartışmamız gerekiyor.
Sözlü kültürün hâkim olduğu bir toplumda yazıyı yüceltmeye veya yazıya büyük anlamlar yüklemeye kalkışmak abes olur. Ama zaman zaman gündelik siyaset üzerine yazan bazı yazarlara karşı gösterilen orantısız tezahürat veya orantısız nefret üzerine “okurun affına sığınarak” birkaç kelam etmemek olmaz. Çünkü en azından güncel hadiseleri konu alan yazılar, belki de hiç bu kadar anlamsızlaşmamış ve ama hiç bu kadar ilgiye de mazhar olmamıştı. Haliyle şu soruyu sormak gerekiyor: “Türkiyeli okur için güncel meseleleri konu alan eleştirel yazı ne anlam ifade ediyor?”
Tuhaf bir biçimde iktidarın uygulamalarına karşı kesif bir eleştirellik içeren ajitatif yazılar sosyal medyada büyük tezahüratla karşılanırken (aynı şey iktidar yanlısı cenah için de geçerli –ki bu hususa mim koymalıyız), yazıdaki eleştirellik, herhangi bir somut toplumsal karşılık bulamıyor. Okur, “düşmanına” veya “sevmediğine” “vuran” yazıyı okuyup tezahürat yapıyor, sevdiğine “vurulan” yazıya da öfke kusuyor. Hepsi bu kadar! Sonra herkes “olağan hayatına” dönüyor. İnsan sormadan edemiyor: Sosyal medyada beliren tezahürat veya öfke gerçek mi? Gerçekse, niye sokakta hiçbir hareketlilik, direniş emaresi yok? Peki bu öfke ve tezahürat gerçek değilse, niye var?
KARŞITINA ÇAKAN YAZIYA RAĞBETİN SEBEBİ
“Yeteri kadar vurmayan” ama fikri bir perspektif sunmaya çalışan yazıya artık kimsenin tahammülü yok. Bu, toplumsal kutuplaşmanın bir yansıması gibi görünse de aslında kutuplaşmanın da somut bir emaresi yok. Çünkü iktidar yanlısı kutup öyle veya böyle gündelik hayattaki faşizmle varlığını kanıtlarken, ezilenlerin kutbu “gerçek hayatta”, sosyal medya gibi gerçekliği tartışmalı bir mecra dışında hiçbir varlık belirtisi göstermiyor. Aynı şey yazı alanı için de geçerli. İktidar yanlısı medya tamamen komplo teorileri üzerinden ajitatif bir söylem kuruyor ve iktidarın zulmü altında ezilenlerin öfkesini kabartıyor. Bu da ezilen, sindirilen kutuptaki okurun, “kendi” yazarından beklentisini değiştiriyor. O da “kendi yazarının” benzer bir dille vurmasını istiyor veya bekliyor, haklı olarak.
Belki de “iktidara çakan” yazıya rağbet, bu tür yazılara olan talep, tam da zulüm karşısındaki sinmişliğin yarattığı örtük suçluluk duygusunu giderdiği veya yatıştırdığı için artıyor. Bunun bir sürdürülebilirliği olup olmadığını “öfkeli okurun” da düşünmesi gerekiyor, ona hitap eden yazarın da.
Zulüm karşıtı yazarın kendisine sorması gereken çok soru var. Bunların başında da yazının bir direniş olup olmadığı sorusu geliyor. Ama şu da bir hakikat ki, her gün onlarcası yazılan eleştirel yazıların herhangi bir toplumsal hareketlenmeye işaret etmesini bırakın, bunu muştulaması bile imkân dahilinde olmaktan çıkıyor. Bunun sebebi elbette yazar üzerinde oluşturulan yargısal tehdit, sosyal medyadaki iktidar hizmetkârlarının örgütlü saldırganlığı ve en hafifinden işsiz kalma korkusu.
OKUR CESUR DEĞİLSE YAZAR NE YAPSIN?
Kelle koltukta yazılmış ajitatif yazılar da, onu bekleyen okuru harekete geçirmiyor! Peki ne oluyor? Yazar, bürosunda oturup pek çok dengeyi gözeterek fıkrasını yazıyor, okur da düşman bellediğine “vuruyorsa” o yazıyı yüceltiyor. Ama tıpkı Godot’yu Beklerken’in final sahnesi gibi oluyor. Vladimir soruyor: “Gidelim mi?” Estragon yanıtlıyor: “Gidelim.” Sonra ne oluyor? Devreye Beckett giriyor: “Kıpırdamazlar.” Ne yazar, yazı yazdığı bürodan kıpırdıyor ne de okur okuduğu yerden! Tekrar edeyim, yazının “okuru” harekete geçirecek bir kudreti yok. Ama Türkiyeli bazı eleştirel yazarlar da bazı okurlar da yazıya böyle bir anlam atfediyor. Dahası, yazarları hapse atan iktidar da aynı vehme kapılıyor.
Mevcut sıkışmışlık içinde “okurun”, kendisini harekete geçmeye davet eden veya çerçevelenmiş bir “yol” sunan, ama ajitatif olmayan yazılar istemediği anlaşılıyor. Çünkü “okurun” harekete geçmeye ne mecali var ne de cesareti. Oysa okurun harekete geçmeye mecali yoksa, bürodaki yazar zaten “kahramanlık” taslayamaz.
Bir diğer sorun da düşünce üretimiyle alakalı. Türkiye’de eleştirel düşüncenin yasaklanması sadece ifade etmeyi imkân dahilinden çıkarmıyor, aynı zamanda düşünce ediminin kendisini bozguna uğratıyor. Böylece muhalif yazarların siyasete dair düşünce üretme dayanağı ortadan kalkıyor. Haliyle, bir süre sonra iktidarın, yazarları hapse atmasına da gerek kalmayacak. Çünkü zaten ortada “tehlike” arzedecek yazıyı üretecek bir zihinsel işlev olamayacak. Düşünceyi geliştirebileceği bir ortam yoksa, gündelik sorunların yazarı ne yazsın? Aynı sıkışmışlık okur için de geçerli. Düşüncesini ifade edemeyecek düzeyde baskılanmış, ürkütülmüş yazarın ajitasyondan kaçınan, üsttenci yazısını okur ne yapsın?
YAZI BİR DİRENİŞ HATTI MIDIR?
İktidarın uygulamalarını değiştirmek üzere toplumsal bir kıpırdanma yaratmaya odaklanan yazı, gerçekten de belli bir toplumsal hareketlenmeyi tetikliyor ve iktidar da “yazının” katkı verdiği bu toplumsal hareketlenmeyi durdurmak için yazarları baskı altında tutuyorsa ve dahası buna rağmen “yazı eylemi” sürdürülüyorsa, evet, yazı bir direniş hattıdır. Bu direniş hattında duran yazar da, onu ısrarla savunan okur da hâlâ var. Ama iktidarın basıncı bu karşılıklı dayanışma bağını da giderek koparıyor.
Aslı Erdoğan’ın tutuklanmasından sonra bir grup arkadaşı, Barış İçin Yazı Nöbeti başlattı ve Erdoğan’ın Özgür Gündem’deki (şimdilerde Özgürlükçü Demokrasi) köşesini eli kalem tutan herkese açtı.
O halde şunu söylemek gerekiyor ki, sırf yazdıkları yüzünden tutuklandığı için (herhangi bir toplumsal hareketlenmeyi tetiklemesi söz konusu olmadığı halde) Aslı Erdoğan’ın “eylemini” sürdürmek, evet bir direniştir. Kampanyanın ilgi çekici yanı, Erdoğan’ın köşesinin sadece yazara değil, okura da açılmış olması. Bu önemli bir direniş kapısıdır. Ama sadece Aslı Erdoğan’ın tutuklanması kararına karşı bir direniştir, ötesi değil. Ötesi için, “okurun” da yazarla birlikte, kitlesel bir biçimde düşünceyi ifade etme özgürlüğüne sahip çıkması gerekiyor. Oysa okur hiç de burada durmuyor. O yüzden de Oğuz Atay’ın sorusu yazar açasından belki de hiç olmadığı kadar anlam kazanıyor: “Ben buradayım sevgili okuyucu, peki ya sen neredesin?” Okurun yanıtını duyar gibiyim: “Ben eylemdeyim ey yazar, peki sen niye bürodasın?” Sanırım bu karşılıklı sorulara yanıt vermeden, yazı-eylem-yazar-okur ilişkisine dair kafamızdaki karışıklığı gideremeyiz. Hazır yazar ile okurun etkileşim kurabildiği bu sosyal medya çağındayken, iktidarın ve yandaş yazar-okurun baskısından fırsat buldukça bu konuyu karşılıklı olarak tartışmanın zamanıdır.