Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı, Selahattin Demirtaş’ın tahliyesi gerektiğine dair AİHM kararı ile bağlı olmadıklarını ilan etmişti ya Türkiye yargı bürokrasisi de cumhurbaşkanının sözlerinden başka hiçbir bağla bağlı olmadıklarını ilan etti, ediyor. Cumhurbaşkanı siyasetçi diliyle açık konuştu, yargı bürokratları da bildikleri dille çok açık konuştu, konuşuyor. Evet, Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ dahil 108 kişiye açılan yeni davadan söz ediyorum.
İddianamenin neden altı yıl geciktiğini sormayacağım, 108 kişiye nasıl karar verildiği ile ilgilenmeyeceğim, iddianamedeki aceleci “kopyala yapıştır” felaketlerine değinmeyeceğim, suç-delil-illiyet bağı filan gibi ceza hukuku terimlerinin hiçbir karşılığının olmadığından söz etmeyeceğim, bir tek şeyle ilgileneceğim: Pazar gününe duruşma verilmesi.
Bu garabetin acil yeni tutuklama ve mahkumiyet kararları alarak cumhurbaşkanının sözünü yere düşürmeme acelesinden kaynaklandığı herhalde açıktır ama mesele bundan ibaret değil. Pazar günü yargılama yapılması aceleden neşet eden bir dil, el ya da akıl sürçmesi olsa bile bu “sürçme”nin bizi götürdüğü bir başka Pazar günü var. Türkiye yargı tarihinde adliyelerin tatil olduğu cumartesi ve Pazar günleri yapılmış çok önemli bir yargılama daha var. O yargılamanın temel özelliği de, herhangi bir hukuk normunun, kuralının, usulünün tanımadan işin görülmesiydi: Seyit Rıza ve arkadaşlarının yargılanmasından bahsediyorum.
İhsan Sabri Çağlayangil ayrıntılarıyla anlatır: Seyit Rıza ve arkadaşlarının bazıları, Mustafa Kemal Elazığ’a gelene kadar yargılanıp idam edilmesi gerekmektedir; yani karar mahkemeden önce alınmıştır ama işte şeklen de olsa bir duruşmaya benzer bir şey yapma, gereği düşünüldü deme, karar yazdırma filan lazımdır ki çabucak idam mümkün olabilsin. Gelgelelim, savcı bu işi kabul etmez. Ama kararlı hukuksuzlukta çare tükenmez. Çağlayangil, okul arkadaşı olan savcı yardımcısına der ki, “Valiye söyle savcı rapor alsın.” Böylece arkadaşıyla işi çözecektir. Öyle de olur. Bu sefer hakim direnmek ister: Pazar olmaz, pazartesi yargılayalım, salı günü asalım filan der.
Çağlayangil, kararlı hukuksuzluğun ne kadar cin fikirli olabileceğini de kanıtlar: Nasıl ki mesela cuma akşamları mesai dolunca devam eden duruşmalar birkaç saat sarkabiliyor, pazartesi günü yapılması gereken duruşma da birkaç saat önce başlayabilir, yani Pazar akşamdan filan. Pazartesi denilen gün Pazar gece 24.00’ten başlıyor ya…
O günkü hukuksuzluğun haddi hesabı yoktur, asabilmek için yaş küçültme, yaş büyütme dahil sayısız hile uygulanır. Seyit Rıza’ya yakıştırılan “Ben sizin yalan ve hilelerinizle baş edemedim” sözü, bu “anti-hukuk” ve “psudeo-hukuk” karışımı prosedürleri anlatır esasen. Neticeyi hepimiz biliyoruz; Erdoğan da iyi biliyor, başbakanlığı döneminde Dersim için gerekirse özür bile dileyebileceğini söylemişti malum. Gerekmediği için dilemedi, onun yerine Dersim’i yaratan hukuku esas hukuk haline getirdi.
İşte, ister basit bir hata olsun ister kasten seçilmiş olsun, Demirtaş ve arkadaşlarına açılan davada Pazar gününe duruşma verilmesi, yapılmak istenen yargılamanın pir Seyit Rıza ve yoldaşlarına uygulanan “yargılama” ile aynı hukuk anlayışından neşet ettiğini gösterir. Aynı sorunlara aynı çare. Anti-hukuk bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün yurttaşları için yürürlükte olan bir hukuk elbette; fakat hala en uç, en “bu kadar da olamaz” dedirten örneklerin Kürtler söz konusu olunca ortaya çıkması bir tesadüf değil: Çünkü o Kürt laboratuvarında üretilip olgunlaştırıldı. Demirtaş’ın Seyit Rıza gibi Pazar günü yargılanmak istenmesinin sadece bir “hata”yla değil, Seyit’in sözünün devamıyla da ilgisi var: “Ben de sizin önünüzde diz çökmedim, bu da size dert olsun.”