'Bencil Genlerimiz' kıyametimizi barındırıyor
Genlerimize yazılı olan bencillik ve duyarsızlık, insanlığın varlığını sürdürmesinin önündeki en büyük engeller olabilir. Bu engeli aşamamamız halinde türümüzün sonu pek parlak görünmüyor.
John Baird *
"İnsan ırkı büyük bir sorunla karşı karşıya: yüz yıl içinde ya başka bir gezegene yerleşmesi gerekiyor ya da yok olmakla yüz yüze kalacak" Fizikçi Stephen Hawking, yakınlarda yayınlanan 'Stephen Hawking'e göre Yeni Dünyayı Keşfetmek' isimli BBC belgeselinde böyle diyor. “Geleceğimiz yeni bir gezegende” diyerek uyarıyor. Hawking’e göre, “iklim değişikliği, gecikmiş asteroid çarpışmaları, salgın hastalıklar ve nüfus artışı nedeniyle kendi gezegenimiz gittikçe daha güvensiz bir hale geldi” diyor.
Bu canınızı sıktıysa, gayet normal. Söylenenin aksine, başka bir gezegeni kolonileştirmek, yaşanması muhtemel bir felaketin yaratacağı yıkımı onarmaktan ya da bunu engellemeye çalışmaktan çok daha kolay olabilir.
Yani, gelecek için bir alternatif var diyebilir miyiz?
Öncelikle, bunun temelde bir nüfus sorunu olduğunu kabul etmek gerekiyor. Resmi sayımlara göre, insan nüfusu, gezegen genelinde 7,5 milyarı aşmış durumda. Dünyanın taşıma kapasitesine ilişkin tahminler çok farklı olmakla birlikte, çoğu kişi gezegen üzerinde ciddi zararlara neden olduğumuz konusunda uyarıyor. Dahası, 2050 yılına kadar nüfusumuzu yaklaşık on milyarı aşacağı şekilde düşünürsek, ihtiyaçlarımız gezegen kaynaklarından on kat daha fazla olabilir.
Şayet bu büyümeyi tersine çevirebilirsek, (en azından yaşamımızı bir asteroid çarpmasından sonra da sürdürebilirsek) Hawking'in önerdiği çözümünden de kaçınabiliriz. Yolumuzu kapatan, insan DNA’sıyla bağlantılı iki kusurumuz var: Genlerimiz ve akılcı seçimler yapamamamız. Onların üstesinden gelebilirsek, bu gezegendeki günlerimizin hiçbir şekilde sayılı olmayacağını düşünüyorum.
KUSURLARIMIZ ÖLÜMCÜL MÜ?
Genlerimizdeki kusur, meşhur bilim insanı Richard Dawkins'in bahsettiği Bencil Gen'den kaynaklanmaktadır. Tüm organizmaların, yalnızca nesilden nesle farklı bedenler aracılığıyla atlayan genler için bir yol olduğu fikrini içerir. Bu faaliyeti yalnızca kendi çıkarları için yapar; organizmaların kendi çıkarları mutlak amaç değildir.
Genlerimiz bunu yapabiliyor; zira atalarımız üreme isteğine karşı koyamadı veya direnmeye isteksizdi. Çocukları nüfus planlaması hakkında eğiterek (özellikle gezegenimizi kurtarmaktan bahsederek değil, gelecekteki mutluluğuyla ilgili 'bencil' argümanlara başvurarak) bir dereceye kadar bu durumu dengeledik. Yine de insan nüfusu artmaya devam ediyor.
Ayrıca başka bir gerçek daha 'akraba seçimi' olarak bilinen Bencil Gen’le bağlantılıdır. Bu, yalnızca bedenlerimizdeki genleri yaymak için yeterli gücümüzün olmadığını değil, akrabalarımızdaki ve daha genel olarak yaşadığımız ülkedeki insanların genlerini de korumak ve onları beslemek zorunda olduğumuzu göstermektedir.
Başlangıçta Darwin tarafından iddia edilen bu fikir, aslında ırkçı olduğumuz anlamına gelmektedir; Darwin’e göre bilinçli ya da bilinç dışı olarak genlerimizi paylaşanların lehinde davranmaktayız. Bencil Gen’deki en tartışmalı alanlardan biri budur; çünkü doğayı ve beslenmeyi birbirinden ayırmak imkansız değilse de zordur. Yine de eve daha yakın insanlarla daha fazla ortak genimiz olduğu gerçeği, onları desteklemek için en azından evrimci bir argüman anlamına gelmektedir.
Bu fikir doğruysa, insanlık için en iyi olanın bir bütün olarak düşünülememesine dair ek bir açıklama gerekebilir. Örneğin nüfusunuzu insanlık adına azaltacak olsaydınız, ekonomik sorunların tehdit ettiği daha az sayıda genç birey söz konusu olurdu. Bir çözüm olarak, yüksek sayıda genç nüfusa sahip ülkelerden gelen göç düşünülebilir. Fakat kendi gen havuzumuzu genç yabancılarla tamamlamaya hazır mıyız?
Doğamızda bulunan başka bir şey etken de bizi korumasız çiftleşmeye sürükleyebilir. Tıpkı bencil genlerimizin arzusunun tutsakları olduğumuz gibi, aynı zamanda duygusuzca düşünmeyi de kabul edemiyoruz. Thinking, Fast and Slow (Hızlı ve Yavaş Düşünmek) adlı kitabıyla 2011 yılında Nobel ödülü kazanan Daniel Kahnemann ikna edici bir şekilde, görünüşte basit problemlere, özellikle de güçlü bir duygusal yapıya sahip olanlar için, iyi seçimler yapmak yolunda neden mücadele ettiğimizi açıklıyor. Buna, doğurma isteğine direnmek de dahildir.
Eğer Kahnemann haklıysa, bu, nüfus kontrolü konusunda insanların kendi akılcı yanına ve çıkarlarına hitap etmenin bile yeterli olmayacağı anlamına gelir. Bir bütün olarak insanlığın iyiliğine fayda sağlayacağını savunmak istiyorsak, bunu unutabiliriz. Kahnemann’ın bir röportajda söylediği gibi, bu tuzaktan çıkış yolunu öğrenemezsin. “Bu, ‘Bu kitabı okuyun ve farklı bir düşünceye sahip olun’ iddiasının bir örneği değildir. Bu kitabı yazdım ve yazdıklarımdan farklı düşünmüyorum.”
NE ANLAMALIYIZ?
İnsanın (varoluş) koşullarının bu yönleriyle mücadele etmeye ilişkin herhangi bir umut var mı? Şüphesiz, insan doğurganlığının kötü bir şey olduğu genel kabul görmemektedir ve sadece diğer uluslar bunu yaptığında kabul gösteririz. Çok fazla insan olduğunu anlayan insanlar bile kendi soylarını türetmeye devam ediyorlar. Ayrıca toplumlarımızda, doğumu ezici bir çoğunlukla büyük bir sevinçle kutluyoruz.
Dolayısıyla, üreme konusundaki dürtümüzü geçersiz kılmak, devasa bir görevdir. Eğitimin bir noktaya kadar işe yarayabileceğini biliyoruz. Bazı ülkelerde doğum oranları zaten düşüyor; ancak yine de henüz başlangıç aşamasında.
Potansiyel olarak, Çin’in tartışmalı çocuk politikasından bir şeyler öğrenmek mümkündür. O ülke, doğum sayısını sınırladı. Aynı anda erkek ve kadınlar için gerçek bir eşitlik politikası uygulamak suretiyle yaşanan büyük acıyla baş edebilirsek, uygulanabilir bir plan olabilir.
Böyle bir değişiklik amacıyla duygusal ve zihinsel alanda kazanmaya yardımcı olmak için, Amerikalı akademisyenler Richard Thaler ve Cass Sunstein’ın 2008 tarihli ve aynı adlı kitabında anlatıldığı gibi “Dürtme” denilen bir tekniğe başvurabiliriz. Aslında, insanları, hem kendileri hem de toplum için daha iyi olan davranışları benimsemeye ikna edebiliriz. Bu tekniğin, farkında olmasalar bile birçok insanda işe yaradığı ispatlandı.
Ama önce, kendi biyolojik kısıtlamalarımızla savaşta olduğumuzun daha fazla farkına varılması gerekiyor. Önümüzdeki on yıllarda, sadece güneş sisteminde veya ötesinde başka bir yerde yeni bir medeniyet kurmamız olası görünüyor. Ancak, aynada yansımasını göreceğimiz bu yerleşimciler, temelde aynı kusurlu insanlar olacak. Gerçeklerden kaçmak yerine, ayağa kalkıp savaşmak daha iyi olmaz mı?
* John Baird; Aberdeen Üniversitesi Zooloji Bölümünde kıdemli öğretim görevlisidir.
Makalenin orjinali The Conversation sitesinde yayınlanmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)