Bende kalan... Aysel..
Onu sahipleniyorum, çünkü bu kirli savaşta ölen her insan için, yetim kalan her çocuk için kalbinin benden, herkesten daha çok oluk oluk kanadığını biliyorum.
Gülsen Yüksel
Zihnimde kalan ilk fotoğraf ilk izlek. Saçları kulak memesinde, siyah kakülleri kaşının hemen üstünde küçük bir çocuk. Ya elbisesi fazla mı güzel? Üstünde diz üstü kırmızı bir tunik, önünde kravat biçiminde beyaz bir şerit. Daha çok elbisesine bakıyorum, yepyeni. Ama hiç konuşmuyor, asık mı suratı ne? Babası ölmüş!
Ben ilkokul üç sanırım o daha bir. Babası ölen çocuk imgesi hiç değişmiyor hayatım boyunca. Sadece benim değil hep bir 'yetim'lik duygusu ailenin gözünde. O yüzden hep kalpten sevilen. Ne siyaset ne kariyer ne büyük büyük ettiği o korkusuz, cesur sözler, hiçbir şey yetimlik duygusunu yok edemiyor ailede. Hep birlikte yıllar süren bir ağıtın parçasıyız artık. Baba.. Sonra abi. Daha 20'sinde bile değil. Cezaevi avlusunda pusuya düşürüldüğünde. Artık, her gülüşün her neş'enin her lokmanın önüne, arkasına, ortasına düşen, hiç dinmeyecek bir kederle hep birlikte sürükleniyoruz, sessizce.
Ama hayat devam edecek, ediyor da geride kalanlar, çocuklar
büyüyecek.
Elazığ.. Annenin (halamın) dantel, nakış işleri, mahareti dillere
destan. Şimdi yazarken ayırdına vardım acısını mı işliyordu kasnağa
içten içe. Beyaz tülbenti başından ne vakit attı hatırlamıyorum,
ama küçücük kızına öğrettiği rengarenk mekik oyası... Yapılışını
izlerken nasıl düşlere daldığım hatırımda. İki ergen parmağın
tuttuğu mekiğin o ritmik hareketinde çok kayboldum. Elazığ.. Mekik
oyası, danteller, kanaviçelerle kapandı.
İstanbul. Dayının önden gelip test ettiği şehir. Biraz daha iyi
mi ne, herkes? Hep en zeki çocuklar, hala çocukları. Takdirle
gelinmiş Elazığ'dan. Onların takdiri bizim sayılır, gurur.
İstanbullu çocuklar, tembel.
Hepimiz üniversiteliyiz artık. İlk hukukçu o. İçine kapalı,
duygusal, neredeyse hiç konuşmuyor ama? 'Peki nasıl avukat
olacak?'' İsterse konuşur, istemiyor ki' diyorum. Yakınız, gençlik
işte, iyiyiz. Evlerimiz aynı cadde üstünde, aynı mahallede.
Çocukluk da küçük şehirler de uzakta kaldı. Artık utangaç
bakışlarla kesmiyoruz birbirimizi. Harçlığımızı, otobüs
biletlerinizi, kıyafetlerimizi, sokakları, caddeleri uykusuz
gecelerimizi paylaşıyoruz. Yıllar, yıllar.
Okul bitiyor. Nişantaşı'nda o sokaktan şimdi her geçtiğimde başımı çevirip birkaç saniye durur gibi oluyorum. Adımlarım düğümleniyor. Ona da söyledim görüşte. 'Yolum sokağına düşüyor her seferinde'. İlk staj yeri. İlk günler. Sabah birlikteyiz, acele yazılacak dilekçe, çıkacağız. 'Yazabilecek misin?' diyorum 'kolay' diyor. Hemen çıkacağız, nereye gittik sonrasında acaba?
Ben bir araştırma şirketinde, ardından Özgür Gündem'de, o avukatlıkla meşgul. Bir süre sonra eteğimde çocukla gidiyorum Küçük Langa'daki eve, kızım 'külkedisi' ismini taktı, halam halı sildirince.
Sonra siyaset giriyor araya. Sesler, sözler.
'Başına iş gelecek', 'Korkmuyor musun?' 'Komşular ne der? Öyle ya,
hep onların evinde içiliyor sabah kahveleri. 'Şok olacaklar şimdi.'
Sessizler' Ama avukat o'.
Herkes aile yadigarı siyasetle yol alır, o da farkında. Önce 'acı
ile' yara' ile çıkılıyor yola. Milletvekili artık. Ne giyilir ne
edilir bilmiyoruz. Bir takım alıyoruz Şişli'de yeni açılmış
avm'den. Çizgileri var. Krem mi, gri miydi? Kendi bölgesinde
giyinmek için birkaç şey istiyor, alıp gönderiyorum. Sonra
kayboluyor Ayselcim. Yıllarca, parti işleri hiç bitmiyor. Aileden
kimi, kimseyi görmüyor, hep 'ben olsam ben de kaybederim kendimi'
diye yatıştırıyorum herkesleri. 'Unuttuğundan değil çok
meşgul.'
O güvende olsun diye halam, İstanbul'u terkedip kızını koruma iç güdüsü ile peşinden Ankara'ya gidiyor. Kendince önlem alıyor. 'Ben burada olursam ona bir şey yapamazlar'. Sonra 'mezarım Ankara'da olursa.. '
Gölbaşı /İncek'teki malum olaydan, halamın kaybından sonra biraz
'devir teslim' nöbeti gibi gidiyorum görüşe, yıllardır kaybettiğim
kuzenimle yeni tanışır gibiyim adeta. Uzunca süre görmediğin kardeş
gibi.
Gömütü Dersim'de halamın gözü üstümde. Gitmesem, kızar.
O gece karanlığında İncek'teki linç.. ansızın yakalansak da, ölümün
kıyısından dönsek de şaşırmıyoruz, palaların sırtımızı yalayıp
geçişini, lafını etmiyoruz bile. Aslolan halamın, annenin kaybı
Aysel için, o hazin hayat o son bakış.
Görüş süreci, bambaşka bir hikaye. O hikaye yazılmadan üstüne bambaşka bir hikaye daha eklemleniyor. Hayat, hiç beklenmedik şekilde vuruyor. Bellek. Mümkün mü? Olur mu? Doğru mu? Nasıl olur? Nasıl? Nasıl? Nasıl? Bir yıllık hastane süreci ve teşhise kadar kimse ihtimal vermiyor.
Görüşlerde, telefonlarda hepimiz dört göz dört kulak oluyoruz, neyi var?
Evet, Aysel Tuğluk... İsmini telaffuz etmek bile kimileri için çok fazla. Ama o aslında sadece bir DÜŞÜNCE... Düşünce, suç olur mu? Suç sayıyor işte devlet. Barış sürecinde devletin bilgisi dahilinde olan her görüşme de onun suç dosyasında.
Aysel'le hiç siyaset konuşmuş değilim. Sizin bildiğiniz kadarını biliyorum. Nerede ayrılır nerede birleşiriz çok da önemli bulmuyorum. Tek bildiğim, kalbi, duygusu. Bende kalan Aysel.
İşte bu yüzden onu sahipleniyorum, çünkü babası ölen, gördüğüm ilk suskun çocuk o.
Onu sahipleniyorum, çünkü bu kirli savaşta ölen her insan için, yetim kalan her çocuk için kalbinin benden, herkesten daha çok oluk oluk kanadığını biliyorum.
Onu sahipleniyorum, çünkü, yalandan barış savunusu yapmadığını biliyorum.
Onu sahipleniyorum, çünkü anne acısı, anneyle kurulan 'travmatik' ilişkinin, siyasetçi kimliğinin çok ötesinde insan kalmasıyla ilintili olduğunu biliyorum.
Evet, bir yıllık bir süreçti, hastaneye gidiş gelişler. Teşhis konmadan onu incitmemek için afişe etmedik. Dillendirmedik. Araya salgın girince, görüş yasağı, izole olmak onu daha da zorladı. Hep iyi olmak istedi, 'iyiyim' dedi. Geride kalan iki kardeş, süreci birlikte, sessizce yaşasın istedik. Zamana ihtiyaçları vardı bir parça.
Farkındayım zihinsel bir intihardı seninki, unutmak istedin. Dışarıda olsan dostlarının, sevenlerinin, yol arkadaşlarının hiçbir yere bırakmayacağı belleğini alıp gitmek istedin.
Evet, dışarıdan baktığınızda, "bir düşünce 'suçlusu' nun hazin öyküsü" der geçersiniz, bizim gibi ülkelerde çok sıradan bir vaka.
'Biz ölsek bizim de arkamızdan yazacak mısın?' diyor ses. 'Yok' diyorum. 'Yazmam.' Neyse ki bir kucaklaşma yazısı bu Ayselcim. Yazdığım için kusura bakma.
Unuttum ben o asık suratlı yedi yaşını. Annenin dizinin dibinden suskun, kaçamak bakışını.
Son görüşte, belleği zorlayacak konulara yüz vermeyip, kısacık görüşe üç gülüş sığdırmak daha akıllıcaydı. İkimiz de farkındaydık.
'Çok sevenin var diyorum dışarıda,' 'Biliyorum' diyor, sakin,
sevecen.
O gülüşte, merhamet dilenmek yok. Biliyorum ki o küçük kız merhamet
dilenmez. Zira bütün mesele 'insan' kalmak, içeride /dışarıda. O
pek çok insan gibi hepimiz gibi bu hayatın bu coğrafyanın hem
'kahramanı' hem 'kurban'ı.
Yine de son söz onun belleğinden dökülsün. Ve bu söz bütün kanadı
kırık çocuklar için olsun. Herkes onun için bir cümle kursun.
İçinde 'hayat' olsun. Bir parça gökyüzü, bir parça çocukça
şeyler...