Lisedeyken, biyoloji hocamız evrim teorisini anlattı bir gün. O zamanlar, evrim teorisi, şimdiki kadar inanılmaz bir teori değildi. Okullarda anlatılıyordu. Biyoloji kitabında da “insanın yükselişi” ya da “ilerleme yürüyüşü” olarak bilinen, evrimi anlatan o ünlü çizim vardı. (Hani şu maymunla başlayan ve yavaş yavaş ayağa kalkan, gittikçe omuzları dikleşen, boyu uzayan adam.)
O dönemler, kendimi çok akıllı zannettiğim ve hocaya ukalalık yapmayı da marifet bildiğim için, şöyle dedim:
“Bu niye erkek? Demek ki, sadece erkekler maymundan gelmiş.”
Sınıfta (hoca hariç) herkes güldü. Sonra “bu inanılmaz zekâmı, sınavlara saklamam gerektiği; nitekim, sınavlarda herhangi bir zekâ göstermediğimin notlarımdan belli olduğu” konulu bir fırça yedim.
Bu olaya çok içerleyen hocam, daha sonra (sanırım beni iyice cezalandırmak için) bana “feminist” demeye başladı. Koridorda filan karşılaşınca, pis pis sırıtarak, “Naber feminist!” derdi. Küfür gibi bir şeydi bence onun için.
Birkaç hafta sonra, hocama kesinlikle feminist olmadığımı ve bir daha bana böyle derse, arabasının lastiklerini patlatacağımı söyledim. Bu çok etkili konuşmam, başarıya ulaştı ve feminist olmaktan kurtuldum.
O dönem, feminist olmak, bana çok korkutucu geliyordu çünkü. Ablamın feminist arkadaşları vardı ve hep çok sinirliydiler. Yüzleri hiç gülmüyordu, erkeklere çok sinir oluyorlardı, çanta yerine kilim desenli heybeleri vardı. Uzun batik etekler ve şal desenli gömlekler giyiyorlardı.
Benim için “feminist” tanımı, buydu. Ne dediklerini, ne yaptıklarını, dertlerinin ne olduğunu hiç bilmiyordum. “Erkek sevmeyen ama şal desenli gömlek seven kadınlar” olarak genellemiştim küçük kafamda.
Neyse ki, sonra kafam büyüdü. Önyargıların, kalıpların, etiketlerin ve genellemelerin nasıl da yanlış olduğunu koca kafama vura vura öğreten çeşitli olaylar ve kişiler oldu.
İnsanları devamlı bir kalıba sokmaya çalışmak, beynimizin yaptığı bir şeymiş. Bizim bir suçumuz yok yani. Dünyayı daha iyi anlayalım, sosyal hayata kolay uyum sağlayalım, hızlıca karar verebilelim diye yapıyormuş bu işi. Her seferinde, her şeyi sorgulamakla uğraşmayalım, değerli aklımızı yormayalım diye.
Sorun şu ki, mükemmel çalışan bir makine olan beyin, bu kalıplara sokma işini yaparken, o kadar da mükemmel davranmıyor. Maalesef, benim lisedeki halim gibi davranıyor.
Birisinin nereli olduğunu, eğitimini, ne iş yaptığını, nerede oturduğunu, ailesini, inancını öğrendiğiniz an, bazen dudak büküp hor gözle bakmanızın, bazen takdir etmenizin, bazen de koşarak kaçmanızın sebebi bu.
Beynimiz hemen vızır vızır çalışmaya başlıyor. İçerideki ilgili dosyayı buluyor. O dosyada olumlu şeyler kayıtlıysa, o kişiye hisli hisli gülümsüyorsunuz. Olumsuz bir kayıt varsa, acil bir işiniz çıkıyor, gidiyorsunuz.
“Ben kimseyi kategorize etmem, insanları ‘insan’ olduğu için severim.” diyenlerle “Ben dünya vatandaşıyım valla.” diyenler de dahil, herkesin yaptığı bir şey bu. Az ya da çok...
Yapmayın.
Yapacaksanız, kafanızdaki dosyaları bir kontrol edin. Özellikle “kadınlar”, “erkekler”, “sığınmacılar”, “çocuklar”, “zenginler”, “yoksullar”, “Kürtler” ve “Türkler” isimli dosyaları. Beyniniz, her seferinde o dosyalara bakıp sizi yönlendirmesin.
Bütün sarışınlar aptal, bütün sığınmacılar hırsız, bütün erkekler güçlü, bütün kadınlar zayıf olmasın. Onlar hep terörist, bunlar hep cahil, şunlar da yazık, hep kifayetsiz olmasın.
Hayat, o kadar da kolay olmasın.