Türkiye, can yakıcı yargı süreçleri bir yana, anlaşılması güç kararlar bakımından da zengin bir toprak. Onlardan belki de en akıl almazı, 27 yıldır cezaevinde olan İlhan Sami Çomak'ın hikayesi.
Beyza Üstün Hoca ve Bircan Yorulmaz için...
“Mutlu bir çocukluk yaşadım... Babam ve annemin çocukluğuma sinen sevgilerini şimdi bile hissediyorum. İnsanın anavatanı çocukluktur denir ya, eh, ben yoksul ama sıcacık bir anavatanda büyüdüm.” (İlhan Sami Çomak, “Karınca Yuvasını Dağıtmamak”)
Yeraltı dünyasının namlı ismi, çektiği videolarda, tepesini attıranlarla iş ve ilişki iddialarını ortaya saçarken, aklı başında herkesin masumiyetlerini bildiği ya da hiç olmazsa tahmin ettiği insanlar cezaevlerinde ömür tüketiyor. Çoluk çocuklarından, sevdiklerinden uzakta, adaletsizliğin ağırlığının üstesinden gelmeye çalışarak geçiriyor yıllarını. İnsanı, haberdar olduğunda, okuduğunda, bildiğinde, işittiğinde dahi hafif tabirle mahcup etmesi gereken bir durum bu. Eski HDP'li vekiller, Kavala, kimi gazeteci ve öğrenciler... Kaç mevsim geçti. Birileri de sürgünde, memleketine dönemiyor. Olabildi, olabiliyor çünkü. Yapılabildi, yapabiliyorlar çünkü. Yalnızca iktidarın marifetiyle değil, henüz iktidar olamayanların da sessizliği, göz yumması ve kimilerinin işbirliğiyle.
Yıllar önce Radikal İki'deki bir yazımda, Türkiye'de hukuk/adalet duygusu ve bilincinin annemin tavukları düzeyinde olduğunu söylemiştim de, sonraki pazar günü yazan bir 'hâkim,' annemin tavuklarına haksızlık ettiğimi dile getirmişti! Eninde sonunda yurttaş olup olmamakla, yurttaşlık bilinciyle, Cumhuriyet'in 'cumhurî' niteliğiyle ilgili bir durum, hukukun temel ilkelerine asgari saygı. Eşit yurttaş ve hatta yurttaş olunamadığında, geriye 'kayığı' yüzdürme derdi kalıyor ki, o kayık yüzdüğü sürece kimin başına ne geldiği önemsizleşiyor.
'Kendi kayığını' değil, özellikle 'kayığı' diyorum; zira o kayığın, yüzdürmek isteyenin mülkiyetinde olması şart değil. O kayık bir gün devlet olur, bir gün hükümet, bir gün şirket, bir gün futbol kulübü, bir gün siyasi parti, bir gün akademi, bir gün mahkeme... Mesele, bunlardan herhangi birini yüzdürme sevdasına düşenin, diğerlerinin batma ihtimalini gözetmiyor oluşunda. O kirli iş yapabilir, bu şike yapabilir, şu oyları aşırabilir, beriki hakkı olmayan bir kadroya atanabilir; yeter ki yüzsün o kayık. Örneğin, geçenlerde iktidar partili bir 'akademisyen' zat, kimi gazetecilerin Suriye'ye giden silahlarla ilgili yaptığı haber nedeniyle başlarına gelenlere dair, “Sorun, böyle bir şeye burunlarını sokmaları,” deyiverdi. Bir insanın, muhtelif 'çıkarlar' uğruna gerçekle bağını güle oynaya koparabileceğinin güzel bir örneği. Diyor ki aslında, kayık yüzsün. Seyir esnasında, diğerlerinin hak ve hukukunu gözetmeye, asgari ve herkesi kapsar bir temel hukuk ilkesine sahip olmaya gerek yok. İşte bunun için, yurttaşlık bilinci gerekli, o da bize yakışmıyor!
Yargılama adı verilen kapsamlı faaliyet, yargılamanın yapıldığı ülke ahalisinin kumaşından azade değil. Yargılamanın adil olup olmaması, yalnızca konuya dair pozitif hukuk kurallarının niteliğiyle değil, o yargılamayı yapan, o delilleri toplayıp değerlendiren, o muhakemeyi izleyen ve o kararları hazmedenlerin kim olduğuyla da ilişkili. Ayrıca, kâğıt üzerinde kurallara uyarak ya da uyar görünerek büyük haksızlıklara ve meşruiyet sorunlarına neden olmak mümkün mü, kuşkusuz mümkün. Bir insanın ömrünü, pek kimsenin anlamadığı bir terminoloji ve son derece teknik mevzuat tartışmaları içinde öğütmek mümkün mü, ona da kuşku yok, Türkiye'de genellikle tanık olunduğu gibi.
Örneğin, herkes aslında 'o' kişinin neden yeniden ve yeniden tutuklandığını bilir, asıl gerekçenin 'serbest bırakmama' isteği olduğunun farkındadır; buna mukabil somut 'durum' üzerine konuşmak yerine, onun sunulma şekline ilişkin uzun gevezelikler tercih edilir. Kayığın yüzebilmesi, su almaması için. Çoğu zaman, “Çünkü içeri atmak istediler,” tespiti yeteri kadar hukuki ve bilimsel olmayacağı için, “Çünkü TCK'nin filanca maddesinin feşmekan fıkrası gereğince ve CMK'nin...” ifadesi kayığın cilası bakımından tercih nedenidir. Yargı ne yalnızca yargı mensuplarıyla sınırlıdır, ne de her zaman adalet dağıtır. Hele ki konu 'siyasi' içerikli ise.
Türkiye, can yakıcı yargı süreçleri bir yana, anlaşılması güç ve tahammül edilmez kararlar bakımından da zengin bir toprak. Onlardan belki de en akıl almazı, 27 yıldır cezaevinde olan İlhan Sami Çomak'ın hikâyesi. Geçtiğimiz ay yayınlanan (İletişim) Karınca Yuvasını Dağıtmamak kitabında yaşadıklarını anlatıyor Çomak.
21 yaşında cezaevine girmiş, şu anda 48 yaşında. Cümleyi yazarken dahi ürperiyorum. Bizlerin herhangi bir yerde, herhangi bir şeyler yaparak geçirdiği 27 yılı, aynı yerde, dört duvar ortasında geçirdi. Eh canım, insan boşu boşuna bunca yıl kalır mı cezaevinde, kim bilir neler yaptı ki, orada! Böyle düşüneneler çok haklı, bu konularla ilgilenmeye başlayana dek, doğrusu benim kanaatim de aynıydı. İnsan boşuna girmez cezaevine, nihayetinde mahkeme kararı var, kolay mı, adalet dağıtan organın adı, yargı. Devletin üç sac ayağından biri, üstelik bağımsız, üstelik tarafsız, üstelik cüppeleri var hâkimlerin, üstelik o cüppelerde düğme yok, neden, otorite karşısında önlerini iliklememeleri için, hem Adalet Tanrıçası'nın gözünü de oyun olsun diye bağlamadılar ya... Ne kadar sık işitiyorsunuz, “Henüz hakkında verilmiş bir yargı kararı yokken,” cümlesini. Ne demek bu? O karar verildiğinde, davalı 'suçlu' ya da 'suçsuz' ilan edildiğinde, artık biz ölümlülere diyecek bir şey kalmaz. Şeriat'ın kestiği parmak acımaz, neydi Latince karşılığı, 'dura lex sed lex' miydi, sert/katı da olsa yasa yasadır... Güzel ama o yasa herkese eşit uygulandığında, herkesin saygısını hak edecek yasadır. Yoksa yasa, yasa olmadığı gibi; Şeriat'ın kestiği parmak da acır, çok acır. 'Yasa'nın, hukuk devleti ilkelerine uygun olması gerektiği konusuna hiç girmiyorum.
Şu son yıllarda yaşadıklarımıza bakıp hâlâ, “Biri ceza aldıysa hak etmiştir, eğer yargılanmadıysa ya da cezalandırılmadıysa demek ki masumdur,” diyen, diyebilecek birileri kaldı mı ülkede? Şöyle düşünelim bir de, ölüm cezası neden yanlış ve gayri medeni kabul ediliyor hemen tüm demokrasilerde? Cezalandırmanın tarihi göz önünde bulundurulup çok şey söylenebilir, ancak bizleri burada ilgilendiren temel sorunlardan biri, 'geriye dönüşü olmayan' bir ceza olması. Bir gün masum olduğu ortaya çıkabilir, ancak artık çok geçtir. Mülkiye'de ceza hukuku dersi veren hocalarımızdan biri aynı zamanda avukattı ve bir derste, “Yıllar önce girdiğim davada, davalı ne yazık ki 30 yıla mahkûm oldu ve hâlâ o suçu işlemediğini düşünüyorum,” demişti.
İlhan Sami Çomak, 1973 Bingöl-Karlıova doğumlu. Doğru tahmin ettiniz, hikâyenin kahramanı bir Kürt. Hani şu, “Kesinlikle bir şeyler karıştırmıştır” ve “Anasını görmesin” safındaki yurttaş kesiminden olup, dili, bir eğitim dili olarak pedagojiye uygun görülmeyenlerden. Neler söylüyorum böyle, neyse, kendimi tutup daha fazla 'kimlikçilik' yapmayayım! 1994'te öğrenciyken gözaltına alınıyor, yoğun işkenceden geçiriliyor, tutuklanıyor, cezaevine gönderiliyor. Kim yargılıyor derseniz, yargı tarihimizin kepazeliklerinden biri olup neyse ki kaldırılan DGM'ler. Gerçi DGM'lerin yerini özel yetkililer almıştı malum, şanlı yargı tarihimizin, bir başka görkemli sayfasıdır. Peki, neye dayanarak derseniz, işkence altında alınan polisteki ifadesine. Önce idam, ardından (idam cezası kaldırılınca) müebbet, eski TCK, yeni TCK, AİHM süreci ve 2007'de AİHM'nin 'adil yargılanmadığı' ve 'yargılanmanın yenilenmesi gerektiği' yönünde verdiği karar, yargımız son derece meşgul olduğu için o AİHM kararından tam 'altı yıl' sonra (2013'te) yargılamanın yeniden başlaması, yeni hiçbir delil olmamasına karşın 2016'da bir kez daha 'aleyhe' çıkan karar ve hâlihazırda AYM'de bekleyen dosya...
Şu satıra dek okudunuz ve aklınızın bir köşesinde “İyi de...” kuşkusunun yer ettiğinden neredeyse eminim. Sizin gibi, benim gibi, inanmakta zorluk çekenler için kitabın sonunda, avukatı Fırat Aydınkaya ve zaman zaman gazete yazılarından da bildiğimiz bir hâkim olan Kemal Şahin'in dava sürecine dair görüşlerine yer verilmiş. Avukatı, suçlandığı eski (125) ve yeni (302) TCK hükümlerini aktarıp sorulabilecek en makul ve gerekli soruyu yöneltmiş: “Peki, İlhan bu manada çeyrek yüzyıldır bitmek bilmeyen müebbetlik bir sendrom yaşarken hakkındaki iddialar ispatlandı mı? Çünkü bu tabloya bakıldığında eline silah veya bomba alarak, bir seri katil gibi bir veya birden fazla kişiyi öldürdüğünün, her tür şüpheden uzak, kesin, inandırıcı, bilimsel delillerle kanıtlanması beklenir(di). Ama hayır! İlhan'ın, bırakalım herhangi bir kimseyi öldürmesini, eline silah aldığını bile dosyaya bakan onlarca hâkim, savcı, yüzlerce polis, ortaya koyup kanıtlayamadı.” Nasıl olur, değil mi, nasıl olabilir böyle bir şey... Polisteki ifadesi, sayılmaz mı? Sonrasında bizzat itirafçılar tarafından geri alınan 'iki itirafçının' beyanı, yetmez mi?
Hâkim Kemal Şahin, yargılama sürecindeki anormallikleri anlattığı sayfaların sonuna doğru diyor ki: “...başta İlhan Çomak olmak üzere, isimlerini hiç duymadığımız ve cari sistem tarafından, siyasal, toplumsal ve kültürel eşitlik ya da eşit yurttaşlık talebinde bulundukları için suçlu konumundan dahi çıkartılan tüm siyasi tutsakların hukuksuz bırakılmalarına sessiz kalanlar suç ortağıdır.” Haksız mı Kemal Şahin?
İlhan Sami Çomak'ın kitabı ilk satırından son satırına dek, insanın inanmakta zorluk çektiği bir direncin ve dört duvar arasında geçirilen 27 yılın nasıl insan kalmaya çalışılarak verimli bir ömre, yazıya, şiire, romana dönüştürülebileceğinin çok çarpıcı, insanı altüst eden hikâyesi.
Herkese ama özellikle daha iyi bir insan ve hukukçu olmak isteyen hukuk öğrencilerine, kitabı edinip okumalarını öneririm.
Son söz Çomak'ın olsun:
“Bunca yılın sonunda adalet nedir sorusuna sağlıklı bir cevabım yok benim. Zira bu konuda her şey o kadar değişken, hercai ve umutsuz ki... Eh, insanın neresi ağrırsa canı orası. Adalet, uzun upuzun yargılanmamaktır; adalet, kanunların herkes için geçerli olmasıdır; adalet, haksız yere içerde olmamaktır; adalet, unutulmamaktır...”