Hafif göbek yapmıştım. Burnumun ucundan bir çakıl taşı
bıraktığımda eğer göbeğime değiyorsa, kapitalist olma tehlikesi
altında olduğumu hissediyordum. Yaş da ilerliyor hani, motora binme
evrem gelmeden, spora başlamam lazım diyordum.
Caddede, tepeden tırnağa ev eşyası satan bir mağazanın vitrinin
önündeydim. Koşu bandıyla kesişiyorduk. Elimi göbeğimde
gezdirdiğimi fark etmiş olmalı ki: "Kredi kartsız otuz altı ay
taksit" diyerek beynimin matematikten sorumlu sol lobuna göz
kırptı. "Ayda kırk küsur" diye karşılık verdi sol lop. "Benim koşu
bandının burada ne işi var!" dedim ve daldım. Sahne sanatları ve
iletişim eğitmeni nev’inden ‘iş insanı’ olduğumu dedikten sonra,
kefile neyim gerek duymadan evrakları masama getiren sekreterimin
nezaketiyle, senet hükmündeki sözleşmeyi aramızdaki bankoya koydu
kasadaki kız. Şak, imza ve iki gün sonra ürün teslimi. Üç oda,
yarım salon evde oturmaya devam ettik. İkinci hafta, koşu bandına
küserken, "açık hava gibisi yok canım, kışın kullanırız bunu,
boşuna elektrik şeetmesin" diye de birbirimizi ikna ettik.
Birkaç ay içerisinde lüzumsuz üç beş eşya daha aldım. Taksitler
de göbek yapıp şişti. Mağazadaki ‘iş insanı’ havamdan mıdır nedir,
nazara geldim ve bir dizi talihsizlik peş peşe sökün etti. Önce
köpeğim kayboldu. Döner gelir serseri diye bekledim ama yok. Çok
yol gözledim, gelmedi. Ağladım yeminle... Sonra ikinci çocuğu
beklediğimiz haberiyle sevindim. Allah’ın huzurunda ‘iş insanı’
havasıyla durmadığımın ödülü diye düşündüm. Sen misin havaya giren,
birkaç hafta sonra ev sahibinin Almanya’dan gelecek kızından
mütevellit ev bakmaya başladım.
Eş zamanlı; ‘getirirse el getirir, yel getirir, sel getirir;
götürürse el götürür, yel götürür, sel götürür’ ata sözümüzde
ifadesini bulan getir götür işlerindeki gibi üst üste aksiyon. Ofis
sahibi, oğluna iş açacak diye yeni ofis bak, köpek ortalarda yok,
hem evin hem ofisin kirası, emlakçısı, depoziti… Sabahın köründe
okula götürülecek çocuk… Kontrollerden anlaşılan ‘çocuğun sıkıntılı
gelişimi’ sebebiyle tahlil üstüne tahlillere villa taksiti gibi
ödemeler… Yatıp dinlenmesi gereken bir eş ve engelli doğabilecek
bir insan babası olarak debelenmeye başladım. Köpeğe ayrı, olan
bitene ayrı içerledim.
Matematik karıştı, sol lop çöktü ve tekrar avukatlar mesaiye
başladı. İmzaya çağırdılar. Sahne sanatlarında böyle imza falan
normal, ‘hayran çilesi’ diyelim. Borcu ödeyeceğimi taahhüt etmem
gerekiyormuş. Ettim. İhlal edersem de ‘taahhüdü ihlal’ den hapis
çıkıyormuş. Ödenmedi tabii. Zaten kim ödeyecek? Hayatım tek kişilik
gösteri. Zaman geçti, oğlan doğdu, köpek gelmedi, yeni iş, yeni ev,
çalışıp çalışmadığını bile merak etmediğimiz koşu bandı. Üzerinde
çamaşır kuruttuk, bulgur neyim istifledik.
O borcu ve imzayı unutmuş ya da unutmuş gibi yapmıştım. Onlar da
unutmuştur diye düşünürken, deve kuşlarından iyice soğudum ve bir
gün yolda GBT’ye düştüm. Polis çevirdi, otomatik olarak kimliğimi
verdim. Ben beni bildim bileli nüfus cüzdanımı yanımda taşırım.
Bu kez lüzumundan fazla oyalandı memur. Arkadaşını çağırdı, bir
şeyler sordu ve: "Karakola gitmeliyiz, evinize bilgi verseniz iyi
olur" dedi. "Hayırdır?" dedim. Diğeri: "Sen daha iyi bilirsin"
dedi. "Karakolda öğrenirsiniz beyefendi" diye toplamaya çalıştı
diğeri. Polis aracına doğru yürüdük. O sıralar da emniyet
müdürlüğünde eğitim şubenin nazik davetiyle müdür ve amirlere
eğitime gidiyordum. Çiçek, plaket… "Polis para vermez, şeref verir"
diye espri öğretmişlerdi arada derede. 'Gerekirse bi telefon
açarım' diye gereksiz bir öz güven eklenmişti bünyeme. Aracın
kapısına geldiğimizde kelepçeyi önden uzattı. İstemediğim şekilde
ciddileşiyordu her şey. "Gerekli mi bu?" dedim. "Prosedür" dedi.
Haberlerdeki gibi elini kafama basarak bindirdi arka koltuğa.
Kendileri ön koltuktalardı.
İkisi de gençti. Bakırköy İncirli’den karakola kadar ‘Ankara’nın
bağları’ ve muadili eserler dinledik. Arkada ses daha fazlaydı.
"Sesini biraz kısar mısın?" dediğimde, atarlı olan: "Niye rahatsız
mı oldun?" derken diğeri kıstı. GBT’ye yakalanmış ‘seri katil’
nezaketim tedirgin etmiş olmalıydı atarlı olanı. "Tipik, iyi polis
- kötü polis numaraları" dedim kendi kendime. "Sen benim kim
olduğumu biliyor musun?" saçmalığına düşmemem gerektiğini
müdürlerle sohbette öğrenmiştim.
Karakola vardığımızda ne olduğu yine belli değildi. Ben o ara
evi arayıp teskin ettim. Faks bekleniyormuş ve günlerden cumartesi
olduğu için yapacak bir şey yokmuş. Ayakkabı bağlarımız, kemerimiz
dahil eşyalarımız bırakılacak ve aşağıdaki nezarette
sabahlanacakmış.
Artan ciddiyet saçma bir boyut aldığından "telefon hakkımı
‘nezaret’ kutuma gitmeden önce kullanabilir miyim?" diye sordum.
Tanıdık müdürleri arayamadım, utandım, kutuma indim. Spor
salonlarındakine benzer mavi muşamba kaplı bir sedirde terleyip,
yaşadıklarımın ne güzel öykü olacağını, hatta sahnede bile
anlatılacak malzemeler olabileceklerini düşünürken biraz
kestirmişim.
Ertesi gün faks gelmiş ve hâkim karşısına çıkmama gerek yokmuş.
Direkt hapis. Güzide bir memurumuzun ifadesiyle, ‘paket!’… Ver eli
Metris!... Tekrar, ‘Metris’ kutuma gitmeden önce telefon hakkım
olup olmadığını sordum, "acele et doktor kontrolü var" dediler, evi
ve ayrıyeten memleketi yani babamı aradım, babamın ender görülen
'paniksizliğine' şaştım: "Erkek adamın başına gelir bu işler,
hallederim ben pazartesi, sıkma canını!" sözleriyle kaderimi
omuzlayacak gücü buldum. İşi sallamasınlar diye son olarak:
‘Pazartesi iki bin lira borcu yatırın, yoksa üç ay içeride
kalabilirim’ diye de durumun saçma ötesi ciddiyetinin altı
çizdim.
Doktor, işkence görmediğimizi bize sorup onayladı. Biz dediğim;
ben, iki uyuşturucu ve bir cinayet zanlısı. Civarda kameralar
görüntü alıyordu. Sivillerden biri yanıma yaklaştı, "sen bunlardan
ayrı dur, girme görüntüye" diyerek kıyak geçti. Görece olarak
diğerlerine göre daha nur yüzlü görünmüş olmalıyım diye düşünüp,
hassas tavrından ötürü teşekkür ettim. Gözlerini süzüp
uzaklaştı.
Polis arabası Metris’e geldiğinde ‘paketleri’ askerlere, onlar
da gardiyanlara teslim etti. İsimleri değişmiş. İnfaz koruma memuru
olmuşlar. El izlerimiz alınırken, "geçmiş olsun" dedikten sonra
benim durumumu ve ne iş yaptığımı sordu görevli. Sahne sanatları
diye başlayan uzun kısmı demedim. "İletişim eğitmeniyim" dedim.
Ardından demez mi: "Hocam, hele beni bi incele, (cinayet ve
uyuşturucudan zanlıları göstererek) bunlarla benim iletişimim
nasıl?" Kibarca, stres altında olduğumu, aklıma gelmeyenin başıma
geldiğini, objektif değerlendirme yapamayabileceğimi desem de bunu,
tecrübeli hocalara mahsus tevazu sandı ve ısrar etti. Telefonumu
verdim. "Ben Pazartesi çıkarım, ara beni, çay kahve içerken
konuşuruz" dedim. Ciddi ciddi numaramı aldı.
İlk güne ‘karantina’ diyorlarmış. Nezaret mi daha beter burası
mı bilemedim. Sabaha doğru çakmağı çaksan havaya uçabilirdik
kokudan. Her çeşit suçlu aynı odada. Seksen beş yaşında bir dede
vardı misal. Tarla meselesi yüzünden amcasının oğlunu vurmuş.
"Celal Bayar da seksen yaşında mapus yattı, nolmuş?" diyordu.
Hırsızlıktan, ‘araba patlatmaktan’ içeriye girip çıkan biri avukat
kesilmiş, soruları cevaplıyordu. "Senin şu kadar yatarın var, senin
ifaden sıkıntılı, seninki külli sıkıntılı…" deyip duruyordu.
Arzuhalci sırası bekleyenler gibi etrafını sarmışlardı. Bana da
sordu, "seninki ne?" diye. "Taahhüdü ihlal, pazartesi çıkacam ben!"
dedim, gözlerini başkasına devirdi.
Sonra bizi avluda topladılar. Cezaevi müdürü olsa gerek bir dizi
nasihat verdi tek sıra dizilmiş gruba. Bağıra bağıra diyordu.
Askerde rütbelilerin tekrarlı konuşmaları gibiydi. "Demek ki
neymiiiş…" Sonra okul yıllarıma bağlandı zihnimde bu ritmik
konuşma. Değil! Yahu ben bu bağırmayı tanıyorum? Demeye kalmadı,
gardiyanlardan biri beni tanıdı: "Hocaam! Hayırdır?"… Çıkardım
hemen. Geçen ay bir eğitim sonrası gittiğimiz kafede tanışmıştık.
Eğitime katılan personelden bir kadının erkek arkadaşıydı. Ortamda
hem eğitimci hem de stand up'çı diye karizma yapmıştım. Şimdi tek
sıra cezaevi koridoru! "Taahhütlü şeyi" dedim, pazartesi çıkacağımı
da. "Var mı yapabileceğim bişey" dedi. "Allah razı olsun"
dedim.
Sonra koğuşa aldılar. Nezaret ve karantinadan sonra beş yıldızlı
otel gibiydi. Sıcak su, yemek, kişi sayısı kadar ranza ve teras
bahçe karışığı bir yeri bile vardı. Kıdemliler belli. Az göz teması
kuranlar daha eski. "Pazartesi çıkacam" dediğimde, "Aha bu yedi
buçuk senedir aynı lafı diyor" dedi. Yutkundum. "Benim çıkmam
lazım!" diyebildim.
Pazartesi akşam birkaç koğuş arkadaşım tahliye oldu. Malatyalı
beni teskin etti. "Hayırlısı olsun, yarın olsun" derken ‘babamın
rahatlığı’ aklıma geldi. ‘Yok artık!’ diye irkildim. Yaklaşık yarım
saat sürdü. "Özkan Özgür, tahliye!" cümlesiyle ok gibi fırladım.
Racona uygun sarılmalar, ‘Allah kurtarsın’lardan sonra eve
uçtum.
Evde şenlik tabii. Bende hafif bir ‘içeride düşünecek çok vaktim
oldu’ havaları. Kesin olarak bir de şunu anladım: Metris ‘in önü
hiç de uzun alan değilmiş. Meğer türkünün anlamı: 'Metris ’in önü
yani Metris’ e düşmeden önce, uzun uzun alan, alışveriş yapan’
anlamındaymış!
Hepi topu nezaret dahil iki buçuk gün yatmışım, hele yazdığımın
uzunluğuna bak. Allah daha uzun yazdırmasın, özellikle yazıp
çizenler hep dışarıda kalsın!