Aslında Ezhel ve Korkut’u, tıpkı “Godfather”ı izlediğimiz gibi, her tür suçun kol gezdiği mafya dünyasında bir mafya babası olmanın nasıl bir şey olabileceğinin merakı ile izliyoruz. Böylelikle hem çizginin iyi tarafında kalıyor hem de güvenli bir şekilde diğer tarafa bakıyoruz. Tehlikeli ama güvenli, güvenli ama tehlikeli; dünyada bundan daha güzel bir şey olabilir mi?
“Milli ve yerli”, Türkiye’nin siyasal ortamının son zamanlarda en öne çıkan söylemi. Milli ve yerli dış politikamız, savunma sanayimiz, şirketlerimiz, ahlaki ve dini değerlerimiz var. Aslında dünya ekonomisine fazlasıyla entegre olmuş bir ülke için ironik bir durum bu. Ama buna rağmen toplumda bir karşılığı oldu. Çünkü dışarıdan ziyade içeriye söylenen bir söz ve “dış güçler”e karşı toplumun tek vücut olmasını amaçlıyor. Ana akım muhalefet de bu söylem ile uyumlu görünüyor. Ne kadar başarılı olduğu ise kuşkulu. Çünkü tek tipleştirici, başka seslere izin vermiyor ve insanları kendi içlerine kapanmaya zorluyor.
Hal böyle olunca, toplumun içinden yeni bir dilin doğması çok normal. Bu dil, resmi söylem gibi bütüncül değil. Bünyesinde dini kendince yorumlayan ve kendi içine kapalı anomaliler barındırdığı gibi, melezliklere ve yeniliklere açık farklı sesleri de kapsıyor. Tıpkı Ankaralı Ezhel’in ilk Amerika’da ortaya çıkan rap müziği kullanarak yaşadığı kentin varoşlarını ya da yönetmen Yunus Ozan Korkut’un, “Benim Varoş Hikayem” belgeseli ile çocukluğunun geçtiği Ceyhan’ı anlatması gibi. Ancak her ikisi de "uyuşturucu kullanımını özendirmek, suçu ve suçluyu övmek” gerekçesiyle ceza hukukunun alanına dahil oldular.
Ezhel ve Korkut üstüne konuşmadan önce, kendi hikayemi anlatmam lazım. Aksi takdirde söylediklerimin bir anlamı olmaz.
BENİM VAR(OLU)Ş HİKAYEM
Tutuklanıncaya kadar Ezhel’den haberim yoktu. Rap müzik sevmediğimden değil. Mesela toplumun çarpık ahlak anlayışını, hırslarını, gizli arzularını anlatan Sagopa Kajmer’i severek dinlerim. Ama Ezhel’in Ankara’nın varoşlarını, sokağın kendine özgü jargonu ve argonun dili bozan yapısı ile anlatan müziğini dinlediğimde çok da ilgimi çekmedi. Anlattıkları, taşrada büyüyen bana yabancı idi.
“Benim Varoş Hikayem”i ilk izlediğimde ise çok sevdim ve hemen sosyal medyada paylaştım. Hatırlıyorum, bir arkadaşım bunun üzerine hararetle “01 Adana” dizisini tavsiye etti. Seyrettim ve hiç beğenmedim. Küfür ve suç üzerine kurulu kötü bir Adana karikatürüydü. Kendisine de söyledim. Şaşırdı, itiraz etti. En sonunda “Sen Adanalı mısın, hiç Ceyhan’da yaşadın mı?” diye sordum ve konu kendiliğinden kapandı.
Çünkü Adanalıydım ve çocukluğum Ceyhan’da geçmişti.
Şimdi ben böyle söyleyince, benim çocukluğumun da aynı geçtiğini sanabilirsiniz ama öyle değil. Sadece iki kavga (ikincisinde feci dayak yemiştim; kavganın sebebi ise kardeşini dövmemdi), bacağımdan tek saçma ile vurulmam (mazereti elimdeki şişeye nişan alması idi) ve su kanalında bir boğulma tehlikesi (ipi bırakmıştım) dışında pek bir şey yok.
Ceyhan hakkında öncelikle şunu bilmeniz gerekir:
Ezhel, Ankara’nın varoşlarını anlatırken, Ceyhan’ın kendisi tek başına büyük bir varoştur.
Ceyhan’ın ilk şansızlığı, hemen dibinde (50 km) Adana’nın olmasıdır. İşlerini biraz yoluna koyan, ilk fırsatta oraya kaçar, geride kıstırılmış ve çaresiz insanlar bırakarak. İkinci şanssızlığı ise Adana’yı Gaziantep’e bağlayan otoyoldan 15 kilometre kadar içeride, Ceyhan nehrinin karşı kıyısına yerleşmiş olmasıdır. Ceyhan, eski demir bir köprü ile yola bağlansa da, nehrin yol tarafındaki kıyısı bomboş durur. Otoyola doğru gelişse, belki bir şansı olabilirdi. Çocukluğumdan beri merak etmişimdir, bu tuhaflığını.
Korkut, bana göre, içeriden bilmenin farkını kullanarak, samimi, sıcak ve olanı olduğu gibi gösteren çok güzel bir iş çıkarmış.
Belgeselde, Ceyhan bir bütün olarak hiç gösterilmiyor. Kişilere odaklandığından olmalı. Ama iki üç katlı, çoğu sıvasız, düz damlı evleri, gece loş ışıkla aydınlanan ıssız, kenarlarını ot bürümüş bakımsız sokakları, lunaparkı, gökyüzündeki güvercinleri zihninizde bir birleştirmeyi deneyin. İşte karşınızda Ceyhan. Çünkü hepsi çok gerçek.
İnsanlar? Onlar da gerçek; dükkanının kapısına dayanmış bekleyen esnafın buruk gülümsemesi, kadın muhtarın konuşma tarzı (birebir teyzem), hele de “…it gibi imzaladı” derkenki sesi, futbolu tek kurtuluş yolu görmeleri ama maçı her an satmaya hazır olmaları (kuzenim de yıllarca kaleci olmak için çok uğraştı ama genetiği izin vermedi), arkadaşlıkları, delikanlı tavırları, her zaman mağdurdan yana olmaları.
Filmin başlarında, Culluk Yusuf’un uyuşturucudan hapse girmesini anlatması da çok gerçek. Söylemeye çalıştığım, hikayenin gerçek olup olmadığı değil. Bir an tutuklandığınızı ve hapse atıldığınızı hayal edin. Çok kötü ve travmatik bir şey, değil mi? Ama Culluk Yusuf bunu nasıl anlatıyor? “…Gökte helikopter, yerde devlet, kardeşim bir yat diyorsunuz bir kalk, ben hangisini yapayım?” Sonra da herkese hapishaneyi tavsiye ediyor. Bildiğiniz mavra yapıyor (esasen Adana’ya özgü bir kelime), hem de çok güzel bir şekilde. Yani biraz yalan, biraz abartma, biraz olayın komik tarafını görme. Her şeyden mahrum olduğun, yapacak hiçbir şeyin olmadığı bir yerde, böyle bir anlatım ve hayata bakış tarzının gelişmesi hiç şaşırtıcı değil.
Birkaç gerçek de benden: 01 plaka numarası ile gurur duymayı, geçen senelerde haber olan sıcaktan güneşe ateş eden ya da ekipler gecikince sinirlenip şüpheli pakete tekme atan adamın halet-i ruhiyesini, beş yaşındaki çocuğun kendini ispatlamak için gözlerinden yaş gelerek kırmızı acı biber yemesini (kuzenimin oğlu), küfrün aynı anda hem sevgi hem nefreti ifade eden bir iletişim tarzı oluşunu ve daha bir sürü absürtlüğü ancak bu coğrafyadan biri anlayabilir. Onun için anlatılan hikayeler ve anlatış tarzları bana gayet normal geldi, hiç yadırgamadım, gereksiz anlamlar yüklemedim.
Bir açıdan Korkut’un hayat hikayesi ile benimki çok benzer. Korkut’un bir söyleşisinde dediği gibi, ben de “buradan çıkmam lazım” dedim ve Ceyhan’ı terk ettim, yıllar önce.
Fakat insan köklerini, kendisini var eden şeyleri reddedemiyor, etmemeli de zaten. Onun için, Korkut’un bu belgeseli neden çektiğini çok iyi anlıyorum. Emin olun ben de aynısını yaptım, ben de geri döndüm, o demir köprüyü tekrar geçtim ve yıllar sonra bile halen aynı sokaklarında dolaştım, kim olduğumu ve şu an yaptıklarımı, neden yaptığımı hatırlamak için.
EZHEL VE KORKUT
Ezhel ve Korkut’un "uyuşturucu kullanımını özendirmek, suçu ve suçluyu övmek” suçlanmasına geri dönelim.
Aslında Ezhel ve Korkut’u, tıpkı “Godfather”ı izlediğimiz gibi, her tür suçun kol gezdiği mafya dünyasında bir mafya babası olmanın nasıl bir şey olabileceğinin merakı ile izliyoruz. Böylelikle hem çizginin iyi tarafında kalıyor hem de güvenli bir şekilde diğer tarafa bakıyoruz. Tehlikeli ama güvenli, güvenli ama tehlikeli; dünyada bundan daha güzel bir şey olabilir mi?
Ezhel de, Korkut gibi bilmediğimiz bir dünyayı anlatıyor. Sadece Korkut’tan farklı olarak dil olarak kendisine rap müziği seçmiş.
İşte bir örnek, Pavyon isimli şarkısından.
“Işıl ışıl her yer, her yer sanki pavyon
Bu seferki iyimiş gardaş,
bi’ dahakine az koy”
Kıvırmayalım, uyuşturucudan bahsediyor. Ancak burada bahsettiği uyuşturucu, uyuşturucunun kendisi değil metaforudur. “Her yer sanki ışıl ışıl” derken, “sanki” kelimesi ile gönderme yaptığı şey, içinde her tür eğlencenin, heyecanın, suçun bulunduğu bir Ankara.”
Ezhel, suçlamalar karşısında “Bunlar sadece şarkı sözleri” dedi. Evet, bunlar sisteme karşı olan rap müziğin kelimeleri art arda dizmesini, ritmlerini, iniş çıkışlarını kullanan basit birer şarkı sözleri. Daha fazla altını deşmeye gerek yok. Deşmekte ısrarcı olursanız da, bulacağınız tek şey ancak kendiniz, kendi dogmalarınız, kendi hayat görüşünüz olur. Severseniz dinlersiniz, sevmezseniz dinlemezsiniz. Bu kadar basit.
Eğer konu uyuşturucunun zararları ve suçu önlemek ise, bu konuları konuşmak ve çözüm üretmek için elimizde zaten yeterince malzeme var. Televizyon ekranları bonzai’den ölen gençlerin, hırsızların, sokakta birbirlerini katledenlerin, canlıya cansıza şiddet uygulayanların haberlerinden geçilmiyor.
Keşke…
Keşke şu “uyuşturucuyu ve suçu övme” safsatalarını bir kenara bırakabilsek ve asıl herkesin kendini diğerleri ile eşit hissettiği, geleceği için kaygı duymadığı, düşüncelerini açıkça ifade edebildiği ve belki de en önemlisi, kendi kökleri ve varoluşu ile yüzleşebilen bir toplumda suçun olamayacağı gerçeği üzerine biraz kafa yorabilsek.
Açıkçası ben, Ezhel ve Korkut hakkında böyle düşünüyorum.