Alabildiğim kitap sayısı her yıl azalsa da, kitap fuarlarına gitmekten hiç vazgeçmiyorum. Bu yıl da açılır açılmaz yola koyuldum. Motorize olmadığım için bir dolmuşa atladım. Şehrimizin doğal bitki örtüsüne dahil edilebilecek kadar otantik bu aracı sık kullandığım için türlü maceralar yaşıyorum dolmuşta. Bu rotadaki dolmuş, yine Ankara’nın bitki örtüsünün ayrık otu olan avm’lerin en gösterişli olanlarına doğru yol aldığından hep kalabalıktır. Aynı zamanda konserlerin, tiyatro oyunlarının ve sergilerin mekanı Congressium’a, üniversite kampüslerine de uğrar. O sebeple yolcu profili her yaştan, her meşreptendir.
Neyse efendim, her dolmuş yolculuğumda olduğu gibi bunda da yolcuların sohbetlerine, hal ve tavırlarına dikkat kesildim. Farklı insanlar, kültürler tanımak yönündeki iştiyakim size malum. Arkamda oturan, kılık-kıyafetleri, saç tuvaletlerinden orta üst sınıfa ait olduklarını düşündüren 65 yaş üstü iki kadının da kitap fuarına gittiğini, Gülseren Budayıcıoğlu’nun kitaplarından bahsetmeye başladıklarında anladım. Kitaplardan almak istiyorlardı ama danışanlarının hayatlarını kazanç kapısı yaptığı için tereddüt ediyorlardı. Senaryolara konu olan hikayelerin tek bir kişinin hayat hikayesi olması hiç inandırıcı değil. Olsa olsa yıllar içinde biriktirilmiş travmatik hikayelerin bir vakaya mal edilmesidir bunlar bana göre. Ben bunları düşünürken kadınlardan biri yanında çalışan Moldovalı genç kadının hijyen anlayışı olmadığından dem vurarak yeni bir konu açtı. “İngilizce, Almanca anlatıyorum, anlamıyor” diyordu. Odası pek kötü kokuyor, hiç havalandırılmıyormuş. Kendisi bu kokuyu duymadığını iddia ediyormuş. Demek ki, alışık olduğu düzen buymuş! Diğeri kınayan nidalarla onu onaylıyor, “ah ihtiyarlık” diyor, “pis ve cahil insanlara muhtaç olmak”tan duyduğu üzüntüyü dile getiriyordu. Birinin birden çok yabancı dil bildiğini ve yanında birini çalıştırabildiğini, diğerininse en az muhatabı kadar tertipli ve entelektüel olduğunu dolmuş ahalisi olarak idrak ettiğimiz bu çiftle birlikte kitap fuarının yer aldığı Congressium’da indik.
Tahmin edeceğiniz üzere, pek de etik olmayan bir tercihte bulunup bu çifti takibe başladım. Hangi stantlara uğrayacaklar, oralarda neler konuşup, kitapları nasıl yorumlayacaklardı acaba? Fakat heyhat, telaşla yürüyen merdivene yöneldiler. Kısa sürede anladım ki, üst kattaki devasa salonda yapılacak olan İlber Ortaylı söyleşisine katılacaklar. Merakın sevkiyle ben de söz konusu salona yollandım. Ne göreyim! Salon hıncahınç dolu olduğu gibi ana girişte de metrelerce uzayan bir kuyruk var. Sonradan gişedeki görevliden öğrendiğime göre bu kalabalığın hatırı sayılır bölümü Ortaylı söyleşisine gelmişti. Merakımı celbeden iki kadın, içeriye sızamayacaklarını anlayınca Ortaylı’yı kapının önünde durup dinlemeye, “en azından görmeye” razı oldular. Sıradan izleyicinin doğruluğundan asla emin olamayacağı malumatları, mansplaining (erbilmişlik) diyebileceğimiz alaycı bir tavırla, aşırı özgüvenli bir beden dili ve ağdalı bir üslupla birbiri ardına sıralayan Ortaylı’nın gördüğü ilgi popüler kültür tarihinde yerini alacaktır sanırım. Tarihi popülerleştiren veyahut da kendine has bir popüler tarih anlatısı kuran, hatta bunun bir akıma dönüşmesine önayak olan Ortaylı, başlarda ciddi bir saldırganlık, zamanla ise sempatik olduğu düşünülen bir babacanlıkla derin bir cehaletle malul olduğunu her fırsatta vurguladığı kitleye, yanı başında hep bir Hacivat figürü bulundurarak aktaran bir tür Karagöz’e dönüşmüş olabilir miydi? Artık onun imzası sayılan “cahil” ithamını bizzat ağzından duymak ve kıkırdayarak gülmek için mi gelmişti oraya bu kadar insan? Bakım emeğini üstlenen yabancı çalışanı cehaletle yaftalayıp ayrıcalıklı bir konum talep eden dolmuş sakini iki kadının Ortaylı’yı dinlemeye koşmalarına şaşmamalı. İtibar gören bir erkek tarih profesörü olabilmek için de, kadın olarak kültürel, sanatsal faaliyetlere, aylaklığa zaman ayırabilmek için de bakım emeğini, ücretli ya da ücretsiz birilerinin üstlenmesi gerekiyor. Üstelik şanslı azınlık onları cahillikle, gayrı medeni olmakla itham edebiliyor ve özgüvenlerini pekiştirebiliyorlar.
Konuyu fazla dağıttım. Sadede geliyorum. Fuarın hemen giriş kapısına Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün bilgilendirme standı kurulmuştu. Ücretsiz dağıttıkları bloknotlara her yaştan yoğun ilgi vardı. Onlarsa özellikle gençlerin ilgisini çekmeye çalışıyor, “terör örgütlerinin telkinlerine, zararlı faaliyetlerine karşı” uyarıyorlardı. Kulak kabarttığımı duyunca, bloknotların tamamen boş sayfalardan oluşmadığını, sayfa aralarına uyarıcı nitelikte metinler serpiştirdiklerini söyledi görevli. Broşür verildiğinde hiç okunmadan atılıyormuş çünkü. Stantta biraz oyalanınca şunu gördüm: ortaokul ve lise çağındaki gençler bloknotlardan birer tane kapıp, telkinleri yarım yamalak dinliyor ve hemen yandaki manga standında alıyorlardı soluğu.
Mangaları hızlıca geçmeyelim. Kayda değer geçmişi olan manga çılgınlığı tüm hızıyla devam ediyor. İlkokul çağındaki çocuklar ebeveynlerine yeni çıkan manga serilerini aldırabilmek için epey dil, gerekirse gözyaşı döküyorlar. İyi örnekleri çizgi romanın sanat olduğunun en güçlü kanıtlarından sayılabilecek, kuşe kağıda renkli basılan mangaların yayıncılık dünyasının zam şampiyonu olduğunu söylemek abartılı olmaz. Güney Kore kültürü manga türü kitaplar yanında yemekleri, müziği/dansı, sineması, giyim-kuşam ve aksesuarlarıyla bir salgın gibi yayılıyor yıllardır. Manga çizmeye heveslenen gençler için kılavuz kitaplar da satılıyor. Pegasus ve rakibi Ephesus Yayınevleri’nin best seller kategorisindeki kitapları arasında da Güney Koreli yazarlar var. Yeri gelmişken bu iki yayınevinin hala fuarın en çok ciro yapan stantlarına sahip olduklarını ekleyelim. Daha fazla kitap alabilmek için, tıpkı manga stantlarında olduğu gibi buralarda da, bu kez genç kadınların annelerini veya indirim yapsın diye stant sorumlusunu ikna etmeye çalıştıklarına şahit oldum. Med Cezir dizisindeki zengin-yoksul karşıtlığından beslenen gerilimi ve aşkla köpürtülen sınıfsal çatışmanın benzerini konu edinen ve genç bir kadın yazar tarafından kaleme alınan “Kötü Çocuk” serisinin bu tür kitapların en çok satanlarından biri olduğunu söyledi yayınevi temsilcisi bana. Tıpkı mangalar gibi bu serilerin de içerdikleri belli dozdaki erotizm sebebiyle belli bir yaş grubuna tavsiye edilebildiğini de ekledi.
Ekonomik krizden dolayı katılımcı sayısının her geçen yıl azaldığı, bu yıl ise her zamankinden daha düşük olduğu ve hafta sonu olduğu için öğretmenleri tarafından buraya sürüklenen öğrencilerin henüz boy göstermediği fuarda sıkıldıkları yüzlerinden belli olan stant görevlilerinin sorularıma daha bir hevesle yanıt vermeleri işime geldi doğrusu. Bu sayede Hitler’in Kavgam kitabının ve onun hakkında yazılmış biyografilerin hala çok ilgi gördüğünü öğrendim. Özellikle de gençlerden. Sebebini sorduğumda “Gençler Hitler’i tanımak istiyor” yanıtını verdi stant görevlisi. Kötülüğün ve tahrip edici sınırsız gücün kaynağının yaşadığımız çağda bu kadar heyecan ve merak uyandırması şaşırtıcı değil ama ümit kırıcı oldu.
Gerçek suç hikayeleri anlattıklarını iddia eden ve müstear adlar kullanan eski emniyetçilerin kitapları giderek popülerleşiyor. Polisiye her zaman ilgi gören bir tür oldu ama gerçek suç hikayeleri anlattıklarını iddia edenler Gülseren Budayıcıoğlu gibi deneyimlerinden süzülmüş kurgusal hikayeler anlatıyor olmasınlar! Galiba bu akım da çok satan kitaplardan, çok izlenen dizi ve filmlere dönüşen true crime türünden ilham alıyor. Yerli yazarlar arasında en çok satanlardan birinin kadın hikayeleri, göç travmaları anlatan ve anlattıklarının yine yaşanmış hikayeler olduğunu iddia eden Sinan Akyüz olduğunu öğreniyorum. Sıradan olanı cezbedici bir kurguyla anlatmak zordur. Bunu yapanlar edebiyat tarihinde yerlerini bulurlar zaten. Cezbedici olanı sıradan bir kurguyla anlatırsanız hem işiniz kolaylaşır, hem de popülerleşirsiniz.
Bu yılki fuarda dikkatimi çeken bir başka şey, dini içerikli kitaplar, dergiler, aksesuarlar satan stantların sayıca çoğalması. Stant görevlileri arasında en atak ve hoşsohbet olanlar da onlar. Kitaplara göz attığımı gören genç bir erkek görevli, bir hidayet romanını işaret ederek, onu okuduğumda “alacağım damak tadının başka” olacağına ikna etmeye çalışıyor beni. “Huzurlu” bir okuma da vaad ediyor. Bir diğer stantta ise cemaatin hedef kitlesinin dışına düşen bir figür olarak dikkat çekiyor ve hediyelere boğuluyorum adeta.
Hasılı kitap fuarları giderek farklı bir okuma pratiğine ve okura hizmet eder hale geliyor. Bestseller’lar, kişisel gelişim kitapları, hamasi kahramanlık hikayeleri anlatan kitaplar, hidayete ermeyi vaad eden yayınlar, takılar, aksesuarlar işgal etti çoktandır fuarları. Eğlence endüstrisine hakim olan yüzeysel, taklit ve endoktrine etmeye yönelik içerikler, üsluplar yayıncılık dünyasını da tehdit ediyor çoktandır. Bunun yanında sahaf standlarında bile fiyatlar çok yüksek. Standlara yanaşıp fiyat soran okurlar, hafifçe arkalarını dönüp online kitap sitelerindeki fiyatları kontrol ediyor ve hemen başka bir standa yöneliyorlar. İmza günlerinde bile okurların yıllar önce okudukları yıpranmış kitapları veya online satış sitelerinden daha ucuza aldıkları nüshaları yanlarında getirdiklerini söylüyor yayıncılar. Öte yandan standların çok pahalıya kiralanması yine en temel sorunlardan biri. Bu yüzden büyük yayınevleri fuarı protesto ederlerken, zorlukla ayakta durmaya çalışıp nitelikli eserler basan küçük, butik yayınevlerinin de stant açmaya gücü yetmiyor. Okur da büyük ve küçük yayınevlerini görememekten şikayetçi. Bir de kimi büyük yayınevinin taşerona stant açtırmasından. Çünkü bu standlarda yayıncılık dünyasıyla, entelektüel faaliyetlerle hiç ilgisi bulunmayan elemanlar çalışıyorlar. Kitap fuarı biraz da kitap sohbeti demek oysa.