İhraç edilmeden önce Ankara Üniversitesi’nin Cinsel Tacize ve Saldırıya Karşı Destek Birimi üyesiydim. Bu birim aracılığıyla üniversite bir politika belgesi hazırlamıştı ve üniversite sınırları içinde cinsel taciz ve saldırı vakalarına karşı mağdurlardan yana olacağını, onlara her türlü desteği vereceğini ve bileşenlerine bu konuda farkındalık çalışmaları yapacağını, taciz ve saldırı vakalarını soruşturup gerekli cezai işlemleri, mağdurun mahremiyetini koruyarak yürüteceğini vaat ediyordu. Sloganımız: “Hayır, hayır demektir!”di. Bir ilki gerçekleştirmiştik. Çok heyecanlıydık, gururluyduk. Birimi kurmamıza vesile olan olay çok travmatik olsa ve bizi çok üzse de bu konuda kurumsal düzenleme yapmak hiç zor olmamış, hatta yönetimden destek görmüştü. Fakat bu birimi ve birimin faaliyetlerini öğrencilere, akademisyenlere ve idari personele tanıtmanın ve benimsetmenin hiç de kolay olmayacağı kısa zamanda ortaya çıktı. Belirli aralıklarla üniversitenin merkezde yer alan fakültelerine, enstitülerine ve mücavir alana yayılmış yüksek okul ve benzeri kurumlarına giderek birimi tanıtan toplantılar yapıyorduk. Bu toplantılar cinsel taciz ve saldırı nedir sorusundan başlıyor, böyle bir durumla karşılaşırsanız ne yapmalısınız sorusuyla devam ediyor ve bizim böyle bir durumla baş etmek için mağdurlara nasıl destek vereceğimizi anlatarak bitiyordu. Özellikle kadın öğrenciler için bir müjde, güçlendirici bir kurumsal düzenleme olduğunu düşündüğümüz bu birim, çoğunlukla erkeklerden ve şaşırtıp üzecek kadar çok sayıda kadından gelen olumsuz tepkiyle, alaycı ve hatta küstahça tavırlarla karşılanıyordu. Mesela, flört şiddetinden bahsettiğinizde, en iyi ihtimalle müstehzi tavırlarla yüzünüze bakan çiftlerle, kötü ihtimalle ise kıskançlığın sevgi tezahürü, partnerini öğrenim hayatından ve sosyal hayattan uzaklaştırıp kendisini ilişkiye adamasını istemeyi sahiplenme olarak gören genç erkeklerin ve onları sessizce onaylayan (veya onaylamak zorunda kalan) genç kadınların hırçınlıklarıyla karşılaşıyordunuz. Israrlı bakışın, iltifat iddiası taşıyan sözlerin, istenmeyen bedensel temasın, kısacası karşı tarafı rahatsız eden her şeyin taciz sayılacağını söylüyorduk. Hatta, “Soyunup yatağa girmiş bile olsanız hayır deme hakkınız var” diyorduk derslerinden, ofislerinden, odalarından zorla çıkarılıp getirilmiş topluluğa, özellikle de kadınlara. Hayretle ve kınar gibi bakıyorlardı. Kimileri, özellikle de erkekler isyan ediyor, saldırgan karşılıklar veriyorlardı. İş o noktaya geldiyse, bırakın erkekleri, kadınların kendileri bile 'hayır’ı kabul etmiyor gibiydiler. Bu toplantılardan birinde, bir grup tesettürlü kadın öğrenci, “Bunları bize değil, kendiniz gibi olanlara anlatın” diyerek salonu terk etmişlerdi. Fakat itirazlar, dinsel muhafazakarlıkla sınırlı değildi. Erkeklerin cinsel saldırganlıkları, hadsizlikleri ve duygusal/fiziksel şiddete eğilimleri erkeklik performansının bir parçası gibi kabullenilmişti. Bu algıyı ortadan kaldırmaya çalışmak yerine, bu saldırganlığın hedefi olmamaya bakmak gerekiyordu kadınların çoğuna göre. Erkekleri cinsel bakımdan uyaracak, kışkırtacak davranışlar olarak kabul gören tavırlar sergilemek, onlarla yalnız kalınabilecek ortamlarda, özel alanlarda bulunmanın neticesi taciz ve hatta tecavüzse, buna sebebiyet veren bir kadının şikayet etmeye de hakkı yoktu. Hedef kitlemiz olan çoğu kadın ve erkek böyle düşünüyordu. Kışkırtıcı tavırlar ise “hafiften ağıra”, dekolte bir kıyafetten, cesaretlendirici bir tebessüme, mesajlaşmaktan erkeğin evine gitmeye kadar çeşitleniyordu.
Toplumsal kabuller, normlar, tabular, önyargılar, ilkeler, ahlaki öğretiler dört bir yandan saldırırken tacize karşı destek vermek için kurulmuş bir kurumu meşrulaştırmak ve işlevsel kılmak oldukça zordu. Buna, özellikle akademisyenler söz konusu olduğunda ortaya çıkan hikmetinden sual olunmaz itibarları ve erkek dayanışmasını da eklemek gerek. Bunun bir örneğini, medyaya da yansıyan Veterinerlik Fakültesi hocası Hasan Bilgili vakasından hatırlarsınız. Hatırlamayanlar buraya bakabilirler. Alanında ilk örnek olarak başka birçok üniversiteden davet alıp çalıştaylar yaparak oralarda da benzer birimlerin kurulmasına destek vermiştik. Fakat buna tuhaf bir direnç gösteren üniversiteler de vardı. Bunlardan birinin rektörü gerekçesini, “Bizde taciz gibi şeyler olmaz, o yüzden de böyle bir birime gerek yok” diyerek açıklamıştı. Taciz vakaları yaşanan kurumlar ahlak düşkünü bireylerin bulunduğu kurumlar olarak görülüyordu ve söz konusu rektör kurumunun “temiz” olduğunu ima ediyordu. Bu saçmalıklara rağmen, birimi beraber kurduğumuz arkadaşlarım mücadeleden hiç vazgeçmediler. Bugün mahkeme kapılarında, basın açıklamalarında onlar varlar, yazarak, anlatarak ve bizzat mağdurlara omuz vererek, bunu yaparken de sosyal ve akademik dışlanmayı göze alarak bu sistemi ayakta tutmaya çalışıyorlar. Onları minnetle anıyorum.
***
Asıl anlatmak istediğim şey ise bu birimin faaliyetlerinden biri olarak yürütmüş olduğumuz onarıcı adalet mekanizması ve bu pratiğin ortaya döktükleri. Bir çeşit arabuluculuk olarak nitelenebilecek ama arabuluculuğun ilk akla getirdiği geri adım atma, ne olursa olsun uzlaştırma, sorunları çözüme ulaştırmaktansa tarafları yatıştırma, kavgayı sonlandırma pratiğinden farklı olan bir mekanizmaydı bu. Cinsel tacize karşı destek biriminin bir üyesi olarak ben de sık sık onarıcı adalet mekanizmasını uygulamak için sorumluluk üstleniyordum. Birime taciz şikayeti geldiğinde, yasal işlemlere başlamadan önce mağdur ve fail olarak görülen tarafları ayrı ayrı dinlemeyi öneriyorduk. Görüşmeyi kabul eden taraflarla yapılan konuşmalar, cinsiyet rolleri, cinsel kültür, heteronormativite, homofobi, duygusal ve cinsel ilişkiler ve benzeri konularda gözlem yapmaya imkan veriyordu. Küçük yerleşimlerde veya muhafazakar kültürün gündelik hayatta ve aile ilişkilerinde daha yoğun olarak hissedildiği, karma sosyalliklerin sınırlı olduğu yerlerde yetişen erkeklerin bana ve tabii yasalara göre taciz sayılacak davranışları bir beğeni göstergesi ve aşk ilanı gibi; kadınların ise bana ve yine yasalara göre beğeni göstergesi ve aşk ilanı sayılabilecek tavırları taciz gibi algıladıklarına çok sık şahit oluyordum. Bu öyle içinden çıkılmaz bir durum yaratıyordu ki, yaptığı şeyin taciz olduğunu izah ettiğiniz genç erkek karşınızda ter içinde kalıyor, utançtan oturduğu koltuğa siniyor veya öfkeden masayı yumrukluyordu. Yaşadığı şeyin taciz değil de, beğeninin dışavurumu, flört etme arzusu olabileceğini ve hoşuna gidiyorsa olumlu karşılık verebileceğini, gitmiyorsa uygun bir dille geri çevirebileceğini, ısrarlı takip sürerse yasal işlem başlatabileceğini anlatmaya çalıştığınız bir genç kadın ise kendisine ahlaksız teklifte bulunmuşsunuz gibi davranabiliyordu.
Mağdur olan genç kadınların kendilerini suçlu hissetmelerini engellemek de ayrı bir emek gerektiriyordu. O anda orada bulunduğu için, üzerinde o kıyafet olduğu için, o kişiye telefon numarasını verdiği için, alkollü olduğu ve gece geç saatte dışarıda olduğu için olan biteni hak ettiğine inanıyordu önemli bir kısmı. Yaşadıkları olayı her anlatışta yeniden yaşıyor, travmatize oluyorlardı. Sırf yaşadıklarını tanımadığı insanların karşısında birden çok kez anlatmamak için tacizciden şikayetçi olmayan kadınlarla karşılaştım o süreçte. Bazı kadınlar ise failden korktukları kadar ailelerinden ve sosyal çevrelerinden de çekiniyorlardı. Tacize uğradığı duyulan bir genç kadın, utanması gereken kendisiymiş gibi muamele görebiliyor, girdiği ortamda hakkında konuşuluyordu. Ailelerin failin cezalandırılması ve kızlarının travmayı atlatması için uğraşacaklarına, tacize uğradı diye onu okuldan almaya yeltendikleri, kızlarını ahlaksızlıkla, üniversiteyi de yozlaşmışlıkla suçladıkları örnekler oluyordu.
Tahmin edebileceğiniz gibi, ismi bir taciz vakasına karışan hiçbir akademisyen onarıcı adalet mekanizmasının farkındalık yaratıcı ve özdüşünümselliğe davet eden sürecine dahil olmak istemedi. Fail olarak şikayet edilen akademisyenler, bir kadın birim üyesinin karşısına oturup yaptıklarıyla yüzleşmeyi sindiremediler. Sınıfsal konumları, kültürel birikimleri, mesleki tecrübeleri, akademik itibarları ve en çok da erkek dayanışması korudu onları. Suçlulukları kanıtlansa dahi ağır cezalar almadılar. Sırtları sıvazlandı. “Zaafları” anlayışla karşılandı. Mağdurlar ise faillerle aynı ortamda barınamadılar, mobbinge uğradılar, sürgün edildiler veya kaçtılar. Çoğunun hayatı allak bullak oldu.
Cinsel Tacize ve Saldırıya Destek Birimi üyeleri olarak kimi davalara müşahit olarak da girdik yıllarca. Taciz ve tecavüz suçlusu olduğu dellillerle kanıtlanmış kocalarını, babalarını, akrabalarını desteklemek, mağdura kendisini kötü hissettirmek için her duruşmaya soğukkanlılıkla katılan, mağdura laf atan kadınlarla, arkadaşlarının arkasına dağ gibi dizilip caydırıcı etki uyandırmaya çalışan kalabalıklarla karşılaştık. Failin tarafında olduğunu açıkça göstermekten çekinmeyen, kadın düşmanlığına varan ifadeler sarf eden hakimler de gördük. Fakat her zaman orada olan başkaları da vardı. Bıkıp usanmadan dava takibi yapan, tanıdık tanımadık mağdurların yanında yer alan, polis, jandarma şiddetine, failin saldırganlığına, medyanın cinsiyetçi anlayışına kafa tutan bu cesur kadınlara çevirdik bakışımızı. Bugün İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçilmesin diye mücadele edenler de onlar. 'Hayır'ın “belki” anlamına gelmediğini, cinsel özgürlüğünse erkeklere bahşedilmiş bir ayrıcalık olmadığını herkes anlayana kadar onlarla birlikte mücadele edeceğiz. Çünkü Pınar Gültekin cinayetinde tecrübe ettiğimiz gibi, eril düzen öldürür, kadın dayanışması yaşatır.