Bergama: Zamanın sahnesi

Güneş ışınlarının beyaz mermerlere vurmasıyla Roma’nın koca tapınağı göz kamaştırıcı parıldıyor Akropol’de. Batı Anadolu’nun kıyısında, bu anın içerisine bin yılları sığdırmak mümkün, gelmiş ve geçmiş her inancı ve insanlarını, mabetlerini. Koca tarihin bir ana sıkıştığı bir mekan Bergama. 

Abone ol

Fatih Sınar*

Anadolu’nun batı kıyılarında dolaşırken ihtişamlı kızıl duvarlarıyla bir Mısır tapınağına denk geldim. Şehrin içinde ulu bir mabet. Mısır inancının Anadolu’da karşılık bulduğu zamanlardan bir tanık bugüne. Devasa duvarlardan oluşan yapı tekrar elden geçiriliyor. Etrafta mermer parçaları, restorasyon tozları. Bugünün Bergamalı işçileri, binlerce yıl öncesindeki işçiler gibi büyük mabedin duvarları arasında emek harcıyor. Kızıl duvarlardan birinin önünde yeni yapılan heykel, uzunca boylu aslan başlı bir Mısır tanrıçası dikiliyor. Tanrıça Sekhmet’in heykeli olduğu yazıyor önündeki taşta. Mısır kültüne inananların olduğu vakitlerde müminleri selamlıyordu belki de bu savaş ve şifa tanrıçası... Tapınağın, altından akan çayın üzerinde kurulu olduğundan bahseder Nedim Gürsel, Derin Anadolu kitabında. Sonrasında Anadolu’da karşılık bulan başka bir inancın mabedine dönüşmüş, Hıristiyanlığın ilk kiliselerinden olmuş. Bazıları, İncil’de adı geçen yedi kiliseden biri sayılan Bergama kilisesinin, somut olarak bu yapı olduğunu anlatır. Anadolu coğrafyasındaki birçok mabet gibi her inancı ağırlamış bağrında anlaşılan.  

Kızıl Avlu

Şehrin minarelerinden ezan sesleri yükseliyor. Ezanın notalarını takip eder gibi başımı göğe kaldırıyorum Kızıl Avlu’da. Güneş ışınlarının beyaz mermerlere vurmasıyla Roma’nın koca tapınağı göz kamaştırıcı parıldıyor Akropol’de. Batı Anadolu’nun kıyısında, bu anın içerisine bin yılları sığdırmak mümkün, gelmiş ve geçmiş her inancı ve insanlarını, mabetlerini. Koca tarihin bir ana sıkıştığı bir mekan Bergama. 

Tanrıça Sekhmet’in heykeli 

ZEYTİNLİKLERDEN YÜKSELEN BACALAR 

İzmir’den belediyeye ait bir otobüsle yol alıyorum buraya. Ege'nin Anadolu'ya sokulan berrak koylarını Aliağa'nın dev fabrikalarından çıkan dumanlar boğuyor. Zeytin bahçelerinden bacalar yükseliyor civarda. Homeros'un anlattıklarından, Doğu Roma ve Osmanlı zamanlarından çok farklı bu Ege. Çandarlı'ya doğru mavi Ege'yi buluyorum yeniden. Yol boyunca Bakırçay’ın, eski ismiyle Kaikos’un verimli tarlalarında çiftçiler ürünlerinin başında. Birkaç kişinin olduğu otobüs adım adım yaklaşıyor Bergama'ya. Yalnız yola düşmüşseniz eğer, doğanın nefesiyle, coğrafyanın hikayesiyle ve şehirlerin gürültüsüyle baş başasınız demektir ve de kendinizle. Albert Camus’nün 22’sindeyken notlarına düştüğü gibi “İnsan kendi kendisiyle karşı karşıyadır artık. Hadi mutlu olsun da görelim! Gene de yolculuk bu yanıyla aydınlatır insanı.”

Bakırçay'ın kenarında yüksekçe bir tepenin eteğinde kurulu kadim memlekete varıyorum sonunda. Şehirler müzik gibidir aslında, sokaklarında dolaşırken hayatın notaları daha kolay girer ruha. Kaldırımlarını adımlarken belki duyar diye öykünüzü anlatırsınız, dertlerinize ortak yaparsınız taşları, panjurları, ağaçları. Dilsiz duvarlar da şehri fısıldar size. Bağ kurarsınız. Yolculuklar kitabında Antonio Tabucchi'nin bahsettiği gibi "Bir yer hiçbir zaman yalnız orası değildir, orası biraz da biziz"... Bergama sokaklarında biraz dolaştıktan sonra Şadırvan Camisi'nin avlusuna geçiyorum bu sözü zihnimde tekrarlayarak. Anadolu'yu dolaşıyorsa yolcu, ulu çınarların altında soluklanmalı biraz. Mekanı sindirmeli. Çınarın altında dinlenirken, Bergama’nın eski bir masalı düştü aklıma; iki ihtiyar Philemon ile Baukis’in hikayesi. Halikarnas Balıkçısı “İnsanın insancıl yanını ortaya koyan mitlerden biri” olarak bahseder bu öyküden, Anadolu Efsaneleri kitabında. 

EBEDİ SEVGİNİN MASALI

Zeus, Olimpos’ta sıkıldığında eski püskü elbiseler giyip sıradan bir insan gibi halkın arasına karışırmış. Yanında da Hermes olurmuş. Bir gün Misya dolaylarında bir şehre gelmişler, kapı kapı dolaşıp kendilerini ağırlayacak bir aile aramışlar. Her çaldıkları kapı yüzlerine kapanmış. Dilenci sanılıp horlanan Zeus insanların bencilce yaklaşımına iyiden iyiye sinirlenmeye başlamış. Sonunda derme çatma bir kulübede yaşayan yaşlı çiftin kapısını çalmış Olimposlu iki tanrı. Birbirilerini çok seven Baukis ile Philemon imiş bu ihtiyarlar. Dilenci sandıkları Zeus ve Hermes’i, fukara evlerinde şeref konuğu gibi ağırlamışlar. Zeus bu misafirperverliğe pek sevinmiş, yaşlı çifte kendini açık etmiş. “Ey iyi insanlar! Konukseverliğiniz mükafatsız kalmayacak. Dileyin benden ne dilerseniz” diyerek onları onurlandırmak istemiş. Birbirlerini çok seven yaşlı çift, birbirlerinin yokluğunu yaşamamak için aynı anda ölmeyi ve öldükten sonra da birlikte olmayı dilemişler. Dilekleri kabul olmuş. Bir gün avluda otururlarken kollarından yapraklarıyla dallar filizlenmeye, gövdeleri kabuklanmaya ve yere kök salmaya başlamış. El ele tutuşurlarken tek kökten iki gövdeli ağaca dönüşmüş sevgililer. Bugün o ağaç yarısı ıhlamur yarısı çınar olarak Bakırçay’ın yelinde yapraklarını hışırdatıyor hâlâ. Dünya var oldukça Philemon ve Baukis’in sevgisi yaşayacak böylece. 

TAŞLAR VE İZLER 

Bergama ya da antik kaynaklardaki ismiyle Pergamon, vaktiyle dünyanın sayılı kültür merkezlerinden biriydi. Filozofları, hekimleri, mimarları çekiyordu kendine. İskenderiye ile rekabette, parşömenin mucidi ki hatta ona ismini vermiş şehirdi. Eski, bakımsız yapılaşmayla geçmişteki o alımını kaybetmiş gibi görünse de, sokaklarına gizlenmiş ipuçları sayesinde zaman yapbozu tamamlanıyor adım adım. Hayallere düşüyorum, sorularla birlikte. Acaba Bergama’nın kralı ki vaktiyle tüm Batı Anadolu’ya hükmetmiş Attalos, şehrinin iki bin yıl sonra nasıl görüneceğini düşünmüş müydü? Sonra, bin yıllar içinde değişen Bergamalılara bakıyorum. Çarşıda, Yeni Cami'nin çaprazındaki esnafın Attalos’tan haberi var mıydı, ömrünü geçirdiği şehri dünyanın merkezlerinden biri yapan büyük kraldan? Ya da dokumacı Fatma Teyze şifanın memleketinde yaşadığını biliyor muydu, hekimlerin babası Bergamalı Galen’i duymuş muydu? Peki ya tepeden tüm parıltısıyla şehre yansıyan tapınağın adandığı imparator Trajan’ı ne kadar tanıyordu Bergamalılar? Acı ama coğrafyanın kaderi burada da hükmünü vermiş anlaşılan. Sayısız parşömenle dolu kütüphaneden, görkemli saraydan, Attalos’un yücelttiği Bergama’dan geriye pek bir şey kalmamış. Sadece taşlar ve izler. 

TAPINAĞIN GÖLGESİNDE DÜŞLEMEK 

Bir şehre uğranıldığında eğer varsa yüksekçe bir yere çıkıp o memleket izlenmeli. Ben de şehrin tepesine, en korunaklı merkezine, Pergamon'un akropolüne çıkıyorum ikindi saatleri. Tepeyi dolana dolana bir yol ulaşıyor buraya. Yürümekten pek hoşlanmayan modern turistler içinse elbette alternatif çözüm bulmuşlar, teleferik ile Akropol’e çıkış sağlanıyor. Tepeye varınca, kalın surlarından içeriye, Trajan Tapınağı’na doğru ilerliyorum. Sol tarafımda Zeus Sunağı’nı bırakıyorum. Sunak, Berlin’de müzede bugün. Yerinde ulu bir ağacın yapraklarını sallıyor esen yel. Mesleklerini yapan eski dükkanları geçiyorum hayal ederek. Ötedeki tepeden şehre su taşıyan yıkık kemerler gözüme çarpıyor. Dev uçuruma kurulu, sırtını tepeye yaslamış, tapınağın gölgesinde yer alan tiyatroya varıyorum. Arka sıralarında bir koltukta yerimi alıyorum, önümde sahne, ötesinde ovaya doğru kabaca, biçimsiz yayılmış bugünün Bergama'sı. Sayısız hikâyenin coğrafyası Anadolu şehrinin bugün betona boğulmuş bu hâli üzüyor.

Zeus Sunağı'nın yeri

Üniversiteli üç genç oturuyor yanıma tiyatroda. İzmir’den otobüse binerek gelmişler. Günübirlik zaman yolculuğuna çıkmışlar anlaşılan, soluğu akropolde tiyatronun arka sıralarında almışlar benim gibi. Gençlerden birinin Anadolu’yu keşfetme hayali var. Coğrafyayı tanımak istiyor; inançlarını, halklarını, kültürel katmanlarını, siyasi çıkmazlarını, yönetenlerini, yönetilenlerini. Asırların yazdığı toprak ne de olsa diyoruz. 

Tiyatro

Mabetlerin arasında, iki bin yıl öncesinin kültür metropolünden bugünün kendi halinde bir şehrine zaman yolculuğuydu Bergama’daki günüm. Kadim mekanın uyumsuz beton vaziyeti buruk bir duygu bıraksa da coğrafyanın ruhu her zaman kendini hissettiriyor. 

*Sosyolog/Seyahat yazarı