Oldukça olumsuz ve zor koşullardan geçmiş ve sonrasında hem içinde barındırdığı yeteneğiyle hem de azmiyle hedeflediği üne ve saygıya ulaşmış isimleri anlatan, ‘biyografik’ filmler, özellikle son yıllarda sinemalarımıza uğramaya başladı. Mutlaka çocukluğunun ve gençliğinin bir kısmını maddi olarak çok zor koşullarda geçirmek bir insana çok şey öğretebilir ve bu ‘geçmiş’, kişiye, üne kavuştuktan sonra ‘geldiği yeri’ unutmamak açısından bir rehber görevi de üstlenebilir. Ancak bir de zor koşulların üzerine ailede ciddi bir mutsuzluk, huzursuzluk hatta şiddet varsa başkarakter için hayat daha da ‘kabusvari’ hale dönüşür. Dolayısıyla hikaye belli açılardan daha etkileyici, daha vicdanımızı titreten ama bir yandan da duygu sömürüsüne daha açık hale gelebilir.
Bu hafta sinema salonlarımıza uğrayan ‘Bergen’ filmi ise hiç bu tuzaklara düşmüyor ama bizce daha da önemlisi bunlara düşmemek için özel bir çaba da sarf etmiyor çünkü hikayenin yapısı, olay örgüsü ve başkarakteri (her ne kadar sömürüye açık gibi dursa da) bahsettiğimiz yaklaşımdan çok uzak…
Yönetmenler Caner Alper ve Mehmet Binay yeni filmleri ‘Bergen’ ile daha önceki filmlerinde işledikleri ‘içsel’ dünyayı bu kez çok daha ‘belirgin’ ve ‘ulaşılabilir’ bir forma sokuyorlar. Ancak bunu yaparken de hiçbir ‘kolaycılığa’ veya ‘geçiştirmeciliğe’ başvurmuyorlar. Seyirci bir yandan Bergen’in sallantılı hayatının değişik evrelerini izlerken bir yandan da başkarakterin müziğinin daha doğrusu seçmiş olduğu müzik türünün (arabesk) kaynaklarını, yansımalarını ve sonuçlarını gözlemliyor. Bu yaklaşım filmi, bir ‘acıların kadını’ tasvirinden veya şematik bir ‘biyografik’ yapımdan çok ayrı bir yere koyuyor…
Hikayeye değinecek olursak: Bergen, Mersin’de ailesiyle yaşayan bir kızdır. Henüz çocuk yaştayken annesi birlikteliğinde sorunlar yaşadığı babasını terk eder ve onu da alıp Ankara’ya taşınır. Annesi terzilik yapıp çok az para kazandığı halde kızının okuması ve özel bir müzik eğitimi alması için onu destekler ve sonunda Bergen katıldığı konservatuarı birincilik ile kazanır. O dönem çello eğitimi alan Bergen, bir gün arkadaşlarıyla gittiği bir gazinoda biraz onların teşvikiyle sahneye çıkar, ilk kez solist gibi arabesk tarzında bir şarkı söyler ve büyük beğeni toplar. Gençlik aşkından okulundan dolayı vazgeçen (daha doğrusu vazgeçtirilen) Bergen’in daha sonra sürekli sahneye çıktığı için okulla da ilişkisi kesilir ve sahne aldığı Adana’da kendinden yaşça çok daha büyük ama ona nazik ve sıcak davranan biriyle, annesinin karşı çıkmasına rağmen evlenir. Ancak evlendikten sonra adamın gerçek yüzü ortaya çıkar: O'nu nerdeyse eve ‘kapatan’, eve garip saatlerde dönen, bazen günlerce ortadan yok olan bu şahıs üstelik kendisine giderek artan bir şiddet uygulayacaktır. Kocasının yoğun ikna çabaları sonrasında birkaç kez ona geri dönen Bergen, durumunda bir düzelme olmayınca onu tamamen terk eder ve değişik şehirlerde şarkıcılık kariyerini sürdürür. Peşini bırakmayan kocası önce onun yüzüne kezzap atıp bir gözünü kör edecek ardından ise hapisten çıktıktan sonra onu bir yerde sıkıştırıp acımasızca öldürecektir.
ODAK NOKTAMIZ BERGEN!
1959-1989 yılları arasında yaşamış olan Bergen, doğal olarak o dönemi hatırlatan sekanslarla önümüze geliyor. Her ne kadar kostümlerde ve dekorlarda hiçbir hata olmasa da bazı eleştirmenler dönemin ruhunu pek yansıtmadığı ve ülkenin politik/sosyal yanına dokunulmadığı için filmi eleştirmişler. Bazı açılardan haklı olabilirler ama bizce filmde seyircinin asıl odak noktasını Bergen oluşturuyor ve olaylara ‘geniş’ ve ‘bütüncül’ bir dönem filmi açısından değil daha çok onun gözünden bakıyoruz. Dolayısıyla bazı durumların ve olayların es geçilmesi anlaşılabilir. Bu arada filmin kurgusunun çok iyi olduğunu ve Bergen’in değişik dönemlerinin büyük bir başarı ve incelikle aktığını söylememiz gerekir. Hatta karşılaştırmak ne kadar doğru olur bilmiyoruz ama bize bazı ‘geçişlerin’ Marion Cotillard’ın Edith Piaf’ı canlandırdığı ‘Ma Vie en Rose’un sekanslarıyla ‘aşık attığını’ söylersek abartmış olmayız.
Filmin can alıcı ve ‘kırılma’ noktalarını oluşturan şiddet sahnelerinde de özel bir yönetmen dokunuşu mevcut… Birçok yönetmen başkarakterin türlü türlü yaşadığı eziyeti ve dayağı bütün çıplaklığıyla, en ince detayına kadar göstermeyi tercih ederken yönetmenler bu yolu seçmiyor. Kuşkusuz bu sert sahneleri açık açık gösterme, ‘anlık’ bir etkileme ve vicdanımızı titretme açısından tercih edilebilir ama ‘Bergen’ filmi, bunu genelde ‘kapalı’, buzlu camların bulunduğu kapılar ardında yapıyor ve bizce nerdeyse daha fazla etkili olmayı başarıyor. Bergen’in çığlıklarını ve bu eziyetin yarattığı tahribatı yüzünde görüyoruz ama biraz gözümüze sokulan ‘Bakın! Ne acılar çekmiş!’ dayatması filmde bulunmuyor. Hatta aynı ‘dengeli’ tutum, filmin en şiddetli sahnelerinden birinde yani Bergen’in yüzünde kezzap atıldığı sekansta da söz konusu...
‘GERİ DÖNMENİN’ İNANDIRICILIĞI VE ARABESK…
Bizce filmin hikayesindeki bir diğer can alıcı nokta da neden Bergen’in bu kadar ‘taş kalpli’, duygusuz, hoyrat ve zalim bir karaktere birkaç kez geri döndüğü…
Çünkü her ne kadar Bergen’in her evden ayrılışında kocası onu bulup, ‘sahte’ bir duygusallıkla dil dökse de, yeminler etse de ve gönlünü almaya çalışsa da onun kocasına inanıp eve dönmesi pek inandırıcı durmayabilir. Burada ise bizce Bergen’in psikolojisinin ‘eksikliği’ ve ‘kırılganlığı’ yatıyor. Kendisi çok uzun zamandır ‘babasız’ yaşıyor, her ne kadar annesi kendisine iyi davransa da ‘bağlantıları’ olan ve ‘sorun çözücü’ bir gücü bulunan bir karakter onda bu eksikliği dolduracağı izlenimi uyandırıyor. Bu ‘geçici’ güven özellikle ilk evlendiği zamanlarda o kadar yüksek ki kocasının onun sahnelere dönmesini ve ev dışına çıkmasını istememesini bile belli bir süre anlayışla karşılıyor.
Bergen bilindiği üzere kariyerinin başlangıcından beri arabesk türde şarkılar söylemiş ve kariyerini bu tarz şarkılarla inşa etmiş bir sanatçı… Ancak kendisi bazı benzerleri gibi hiçbir eğitim almamış, tesadüfen bir yarışmada keşfedilmiş değil ve müzikle alakası olmayan bir ortamdan gelmiyor. Aksine o, kısıtlı imkanlara rağmen küçük yaşlardan itibaren müzikle ‘haşır neşir’ olan, ailesinden gerekli desteği alan ve sonrasında konservatuara ilk sırada kabul edilen ve müzik hayatına çello çalarak başlayan bir karakter. Dolayısıyla Bergen gibi bir figürün kendisine oldukça yabancı duran bu müzik türünü seçmesinde nasıl bir sebep bulunabilir?
Bizce Bergen’in arabesk söylemesinde asıl neden değindiğimiz gibi (benzerleri gibi) bu kültürün ‘içinde doğması’ değil onu ‘seçmesi’! Çünkü arabesk müzik, sevsek de sevmesek de içinde belli bir ‘kültür’ barındırır. Birçok kişi tarafından küçümsense de bu müzik türündeki aynı zamanda hem ‘isyan’ hem kadercilik havası hayat, ölüm ve tabii ki aşk temalarında karşılık bulur. Bergen’in kendisini içinde bulduğu acılı hayatı, onun aşk ve hayattan beklentileri karşısında yaşadığı büyük hayal kırıklığı arabesk’i seçmesindeki ana etken gibi duruyor. Bu müzik türündeki başka sanatçıların yaşamış olduğu ‘diz boyu’ fakirlik, taşralılık ve aile baskısı bu ‘isyankar/kaderci’ ve acılardan beslenen şarkıları kendiliğinden doğururken, daha şehirli, eğitimli, (dar gelirli olsa da) sefalet içinde olmayan ve destek gören Bergen’in bu müzik yolunu seçmesi bir toplumsal zorunluluk gibi değil bir kişisel duyarlılığın ürünü gibi görünüyor.
OYUNCULARDAN HARİKA PERFORMANSLAR—
Başta üç ana karakteri oynayan Farah Zeynep Abdullah, Tilbe Saran ve Erdal Beşikçioğlu olmak üzere bütün oyuncular deyim yerindeyse ‘parmak ısırtan’ performanslar sergiliyorlar. Bergen rolünde Farah Abdullah hayat verdiği karakterin geçirdiği bütün ruhsal evrelerini, hissettiği kendini keşfetme, aşkı bulma, teslim olma, kaçış isteği gibi bütün duygusal aşamalarını seyirciye ‘naklediyor’, adeta içlerine ‘işliyor’. Ve filmdeki şarkıların tümünü kendisinin söylediğini öğrendiğimizde oyunculuğuna hayranlığımız bir kat daha artıyor.
Annesi rolünde Tilbe Saran çok yardımcı hatta aksesuar gibi durabilecek bir rolde Farah’a layığıyla eşlik ediyor, eksiksiz bir portre çiziyor. Hatta bazı sahnelerde Abdullah’ın bile önüne çıktığını söyleyebiliriz.
Bir de tabii bir Erdal Beşikçioğlu gerçeği var: Bu kadar kötücül, acımasız, ‘taş kalpli’ bir karakteri sadece kötülük saçan bir ‘öcü’ gibi göstermeden, çok az da olsa insani bir yan katarak ‘ete kemiğe’ büründürmek gerçekten altından kalkılması zor bir iş!
Ayrıca dobra davranışları ve konuşmaları ile filme çok gerçekçi ve hoş bir hava katan, dansöz Nadire rolünde Nergis Öztürk’ün de oyunculuğunu kutlamamız gerekir.
Aklımıza takılan son bir nokta ile bitirelim: Film bittikten sonra Bergen’in hazin sonu ve katilinin (şaka gibi olan) aldığı ceza hakkında bilgi sahibi oluyoruz. Sonrasında ise son yıllarda katledilen kadınlar hakkında rakamlar akıyor. Kuşkusuz kadın cinayetleri ve bunların artışı toplumumuzun ‘kanayan bir yarası’ ve bu konuya dikkat çekmek hem vicdan hem de toplumsal bilinç açısından çok önemli. Ancak yönetmenler Binay ve Alper toplumsal ve sosyolojik bir karşılığı olsa da sonuç olarak ‘kişisel’ bir hikaye anlatıyorlar. Bizce filmin asıl amacı Bergen üzerinden kadın cinayetlerine dikkat çekmek değil, bu cinayetlerin maalesef sayısız kurbanlarından biri olan Bergen’i anlamak!