Berlusconi’den Sezar, Erdoğan’dan Timur

Berlusconi'nin iktidarın önkoşulu olarak medyayı kendine bağlama konusunda Putin’e de Erdoğan’a da ilham verdiği anlaşılıyor. Benjamin Netanyahu, iktidardan her düşüşünün ardından daha güçlü olarak geri dönme yeteneğini Popülizmin Papası’ndan kapmış olmalı. İş adamlığından siyasete geçmenin kâr maksimizasyonuna katkılarını Trump’a o gösterdi. Viktor Orban da demokratik mekanizmaları istismar ederek otoriter rejim inşa etmenin usulünü bu büyük İtalyan biraderinden öğrendi.

Zafer Yörük yazar@gazeteduvar.com.tr

Geçtiğimiz günlerde hayata veda eden Silvio Berlusconi’nin Milan’daki cenazesi uluslararası basında manşet olurken, İtalyan siyasetçinin dünyanın önde gelen otokratik popülist liderleriyle yakın ilişkisi sıkça dillendirildi. Berlusconi’nin ardından ilk taziyelerin Macaristan, Rusya ve Türkiye devlet başkanlarıyla İsrail başbakanından gelmiş olması kimseyi şaşırtmadı. Aynı gün Miami’de mahkeme karşısına çıkan Donald Trump da üzüntüsünü ifade etmekte gecikmedi.

Benjamin Netanyahu, bu en yakın İtalyan arkadaşının ölümünden kısa süre önce yayımlanan anılarında, Roma’daki bir karşılaşmayı şöyle aktarıyor:

Berlusconi: “Söyle bakalım Bibi, kaç televizyon istasyonun var?”

“İsrail’in üç TV kanalı var” diye yanıtlıyor Netanyahu.

“Hayır, yani kaç tanesi senin için çalışıyor? Onu soruyorum.”

Netanyahu: “Hiçbiri. Hatta, işin doğrusu o ki hepsi bana karşı çalışıyor.”

Berlusconi, 1970’li yıllarda İtalya’nın ilk özel televizyon şirketini kurmasının ardından bir medya imparatorluğu oluşturmuş, 1986’da servetinin bir miktarıyla satın aldığı AC Milan futbol kulübünü bir dünya markası haline getirmişti. 1994’te başlayan siyasi kariyerini bu kültürel hegemonya üzerine inşa etti. ‘Şövalye’nin yükselişi, dünyadaki takipçileri için üzerinde hareket edecekleri bir yol haritası zemini sunuyordu. İktidarın önkoşulu olarak medyayı kendine bağlama konusunda Putin’e de Erdoğan’a da ilham verdiği anlaşılıyor. Benjamin Netanyahu, İsrail medyasını kontrol edemese de iktidardan her düşüşünün ardından daha güçlü olarak geri dönme yeteneğini Popülizmin Papası’ndan kapmış olmalı. İş adamlığından siyasete geçmenin kâr maksimizasyonuna katkılarını Trump’a o gösterdi. Her hayranı gibi Viktor Orban da demokratik mekanizmaları istismar ederek otoriter rejim inşa etmenin usulünü bu büyük İtalyan biraderinden öğrendi. Yüksek siyasi makamlarda bulunduğu sırada şahsi servetini artırma yöntemleri bakımından bütün takipçilerine örnek olduğu tartışılmaz. Popülizmin Papası’nın izinden yürüyenler listesinde Hindistan’ın Modi’siyle Brezilya’nın sabık başkanı Bolsonaro’yu da anmamak eksiklik olur. 

Yalnızca liderlerin benzer tarz ve üslupları değil, örneğin Berlusconi’nin şirket bayiliği bazlı Forza İtalia’sı ile mütedeyyin dayanışması bazlı AKP teşkilatlanması arasındaki çarpıcı benzerliklerin de gözden kaçması mümkün değil. Forza Italia, ‘Gladio’ namlı Batı derin devletinin tasfiye sürecinde İtalyan soğuk savaş ‘demokrasisinin’ çöküşünün bir meyvesiyken, ‘Ergenekon’ namlı ‘milli’ derin devletin zorunlu tasfiye sürecinde ‘kontrol ve denge’ (ya da askeri darbe) mekanizmalarını kaybederek dağılan alaturka parlamenter sistemin küllerinden de AKP rejiminin doğuşu izlenebilir.

Ama AKP ve Erdoğan fenomenlerini sui generis ‘yerli ve milli’ orijinallikler olarak düşünmek ne kadar yetersizse beynelmilel referansları yalnızca Berlusconi, Bolsonaro, Trump ve benzeri Batılı deneyimlerde aramak da tahlil girişimlerini eksik bırakacaktır. 1990’lı yıllar yalnızca ‘öteki’siz kalmış Batı sisteminde soğuk savaş yapılarının tasfiyesiyle birlikte küresel kimlik krizine ve siyasal sistemlerin birbiri ardına çöküşüne sahne olmakla kalmadı, Mançurya’dan Çekoslovakya’ya kadar ‘Doğu’ ya da ‘Demir Perde’ tabir edilen dünyada da ‘post-komünist’ süreç büyük sancı, kriz ve çöküşleri beraberinde getirdi; halihazırdaki en şiddetli semptomuna Ukrayna’da tanık olduğumuz üzere getirmeyi de sürdürüyor. Dikkatli bir göz, Batı kampına mensup olmakla birlikte ‘köprü’ özelliği nedeniyle Türkiye’nin post-komünist dönüşüme paralel bir süreci de yaşamakta olduğunu görecektir. (Öte yandan, güneyden gittikçe daha şiddetli esen Ortadoğu etkileri de meselenin bir başka hayati boyutu.) Erdoğan-Putin ilişkisi, Viktor Orban ve Polonya hükümetlerinin özellikle Avrupa Birliği’yle yaşadıkları gerginliğin nedenleriyle AKP iktidarının AB’den uzaklaşma nedenleri arasındaki paralellikler bu kapsamda dikkat çekici. Ama post-komünizmi bu görece Batılı vakalarla sınırlamak, ‘Demir Perde’nin devasa doğu hinterlandını göz ardı etmek anlamına gelir.

AKP’nin getirdiği siyasal rejimin ‘Türk tipi başkanlık sistemi’ olarak adlandırılması, merhum hukukçu Burhan Kuzu’nun orijinalliklerinden biri olarak geçiştirildi. Ama Kuzu’nun bu iddiası da sabık-Sovyetik Mehmet Uçum’un Erdoğanist demokratik devrim (sic.) tezi gibi, egzotik fanteziler etiketi yapıştırılıp unutulmak yerine sadece bu iki şahsiyetin hukuki başdanışman unvanları nedeniyle bile olsa ciddiye alınmayı hak ediyor. Bu bağlamda Türk tipi yakıştırmasını Türkî olarak yorumlayıp merceği Orta Asya’ya doğru genişleterek Hazar’a kıyısı bulunan üç ülkenin (Kazakistan, Türkmenistan ve Azerbaycan) ekonomik ve siyasal sistemlerine yakından bakmak doğru olacaktır. AKP’nin “Türk Yüzyılı” iddiası, ‘Türk Devletleri Teşkilatı’, ‘Aksakallılar Konseyi’ ve benzeri gelişmeler, lingüistik ve etnik faraziyeler ötesinde birbirini model alan siyasal örgütlenme tarzlarının da söz konusu olduğunu gösterecektir. Erdoğan başkanlığında yaşamakta olduğumuz post-Kemalist dönüşüm, kişi hak ve özgürlükleri temelinde yükselmiş ABD başkanlık sisteminden çok insan bireyle birlikte temel hak ve özgürlüklerin de toplu idealler mevzubahis olduğunda ‘teferruat’ addedildiği bir ortak zihniyetin meyveleri olan post-komünist Türkî devletlerin Asyatik sistemine yaklaşıyor.

Bu gözlem, gerek Joe Biden’ın demokrasi-otokrasi ikilemi temelinde kurguladığı yeni soğuk savaş kamplaşmasının, gerekse de Dugin-Perinçek ikilisinin jeostratejik mercekli Atlantikçilik-Avrasyacılık mülahazalarının kalıplarına uymayan bir üçüncü dinamiğin varlığını görünür kılıyor. Ama buradan Erdoğan’ın Timur ya da Cengiz Han’ın reenkarnasyonu olduğu sonucuna sıçramak Berlusconi’den yeni bir Sezar çıkarmak kadar anakronik olacaktır. Daha gerçekçi bir tavır, yüz yıllık ulus devlet macerasını belirlediği kadar sonrasını da açıklama potansiyeli taşıyan Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak ile başlayarak Gökalp’in teorik/programatik metinlerine yönelik dikkatli ve eleştirel bir irdeleme faaliyeti olabilir.

Tüm yazılarını göster