Beş Şehir, iki kitap ve şehirlerimizin değişen yüzü

Arjantinli yazar Alberto Manguel’in Ahmet Hamdi Tanpınar’ın gittiği beş şehri ziyaret ederek yaptığı gözlemler, Tanpınar’ın İzinde Beş Şehir adıyla yayınlanır. Tanpınar '5 Şehir'de Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişin yarattığı toplumsal dönüşüme odaklanırken, Manguel 'Tanpınar’ın İzinde Beş Şehir'de Türkiye Cumhuriyeti’nin son yirmi yılda geçirdiği dönüşümü, bu ifadeyi kullanmasa da neo-Osmanlıcı bir değişim hattını mercek altına alıyor.

Abone ol

Aslıhan Aykaç

Küreselleşen bir dünyada şehirler başta küresel ve yerel, eski ve yeni, geleneksel ve modern gibi alışılmış ikiliklerin kesişim alanı haline gelmenin ötesinde artan sermaye, mal ve insan hareketliliğine bağlı olarak farklı etkileşimlerin gerçekleştiği alanlar olarak öne çıkıyor. Kentleşme süreci Sanayi Devrimi ile beraber toplumsal dönüşümün, ekonomik kalkınmanın ve genel olarak gelişimin bir göstergesi olarak görülse de bugün bu görüşe yönelik eleştiriler giderek artmakta. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde gerekli planlama ve altyapı yatırımlarından yoksun bir biçimde kendiliğinden büyüyen fakat büyüdüğü kadar gelişmeyen kentler işsizlik, yoksulluk, ayrımcılık ve benzeri toplumsal sorunların yoğunlaştığı, umutsuz yığınlara rüyalar vaat eden sahte cennetlere dönüşüyor. Fakat maddi koşulların beklenen gelişmeyi karşılamamasının ötesinde şehirler bu ilerlemeci, yenilikçi, kalkınmacı yaklaşım nedeniyle özgünlüklerini, kültürel miraslarını ve ruhlarını kaybediyor.

Ahmet Hamdi Tanpınar ilk basımı 1946’da ve genişletilmiş ikinci basımı 1960’ta yayınlanan Beş Şehir’de Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne evrilen tarihsel bağlam içinde beş önemli şehrin; İstanbul, Ankara, Bursa, Konya ve Erzurum’un dönüşümünü anlatır. Tanpınar’ın anlatımı yalnızca anlatım dilinin güzelliğiyle değil, aynı zamanda her bir şehir için ayrı ayrı kurguladığı ve sunduğu içerik nedeniyle de şehirlerin kültür miraslarını, tarihi birikimlerini ve bir bütün olarak özgünlüklerini ortaya koyar. Erzurum, öncelikle Selçuklu mirası ve bu dönemde ticaret yollarındaki oynadığı ekonomik rol nedeniyle kendine özgü bir karakter edinirken, yakın tarihte Erzurum Kongresi, Milli Mücadele ve Cumhuriyetin kazanımlarını gözler önüne sermesi nedeniyle tarihsel bir birikimi temsil eder. Öte yandan Bursa, Evliya Çelebi’nin ve ona tekrar değinen Tanpınar’ın da ifade ettiği gibi “ruhaniyetli bir şehir” olarak Osmanlı’nın kuruluşunun ve imparatorluğun inşa sürecinin merkezidir, Selçuk kültüründen ve Cumhuriyet kazanımlarından bambaşka bir ruhu temsil eder, imparatorluğun ilk başkenti olma özelliğini taşır.

Tanpınar, her bir şehri tarihsel birikimi, mimarisi, doğası ile, her bir şehir ile özdeşleştirilen önemli figürleriyle birlikte anlatır. Kullanılan mimari unsurların şehrin üzerinde nasıl bir doku yarattığını ve şehre bir kimlik verdiğini detaylı bir şekilde anlatır. Bu nedenle Konya’yı düşünürken Selçuk, Bursa’yı düşünürken Osmanlı beliriverir gözümüzün önünde. Bütün bu bileşenler şehirlerin özgünlüğünü ortaya koyar. Ancak Tanpınar, bu şehirleri ayrı birer örnek olarak anlatırken bu şehir kimliklerinin sabit kalmadığının, değişen zaman ve tarihsel bağlam ile dönüşümler geçirdiklerinin de farkındadır. Bu farkındalık, kültürel birikimin kalıcılığı kadar değişimden kaynaklanan kaybı da içerir. Osmanlı döneminde çıkan yangınların İstanbul’un mimari dokusunda yarattığı kayıpları, Milli Mücadele sürecinde Erzurum’un yıkılıp yeniden inşa oluşunu anlatırken bu yeniden inşanın kazanımları kadar kayıplarının da altını çizer. Özellikle Tanzimat ve Cumhuriyet dönemlerinin getirdiği yenilikleri mutlak bir gelişme, iyileşme ve ilerleme olarak görmez, kaybolan değerlere serzenişte bulunur.

Beş Şehir, Ahmet Hamdi Tanpınar, 224 syf., Dergah Yayınları, 2017.

“Her şehir üç, dört yüz senede bir değişir. Eğer medeniyet dönümleri için ortaya atılan nazariye doğru ise bu değişiklik beş asır içinde tam bir devir yapar ve eskiden pek az şey kalır. Bu itibarla bütün hâtıraların tam muhafazası imkânsızdır. Fakat biz en yakın zamanları da aynı şekilde kaybettik.” (160)

'TANPINAR BUGÜNE IŞIK TUTUYOR'

Tanpınar’ın tüm eserlerinde okuru vuran temel meselelerden biri zamandır. Ama özellikle Beş Şehir’de Tanpınar’ın çok boyutlu zaman anlayışıyla tarih arasındaki karşılıklı etkileşim, bu iki tür zamansallığın iç içe geçerek ve birbirini dönüştürerek bir çift sarmal yaratmasına, bir bakıma şehirlerin DNA'sını oluşturmasına neden oluyor. Her bir şehir tarihini muhafaza ettiği kadar özgün kalıyor ve zamana ayak uydurduğu kadar da dünyada yer almaya, var olmaya devam ediyor. Öte yandan bu iki tür zamandan birinden vazgeçen, tarihle ya da şimdiki zamanla bağını yürütemeyen şehirler dönüşümle kazanmak yerine kaybediyor. Tanpınar elli yıldan fazla bir süre önce yazmış olsa da bugüne ışık tutuyor; şehirlerdeki değişim süreci ve bu sürecin sonuçları giderek daha da büyüyen kayıplarla devam ediyor. Üç, dört yüzyıllık bir dönüşümün en iyi ihtimalle bir çeyreğine tanıklık edebilecek bir ömür dahi geri dönüşü mümkün olmayan kayıplara şahitlik edebiliyor. Bugün hayatlarının son çeyreğine gelmiş olan kuşaklar için mahalle hayatı, bayram yerleri, eşekler, sokak satıcıları, köşe başlarındaki çeşmeler gündelik hayatın sıradan ayrıntıları olmaktan çıkıp birer nostalji imgesi haline geldiler. Buna karşılık milenyum kuşağının kafasında çok daha steril ve bireyi merkez alan, metalaşmanın en derin biçimde gündelik hayata nüfuz ettiği başka bir şehir var.

'BEŞ ŞEHRİN İÇERİDEN VE DIŞARIDAN NASIL FARKLI GÖRÜNDÜĞÜNÜ DEĞERLENDİRME İMKANI'

Tanpınar’dan bugüne Türkiye’deki dönüşümü bu beş şehir üzerinden görebilmek için Tanpınar’ı izleyerek yine bu beş şehre giden ve bu beş şehrin bugününü anlatan bir başka yazarın gözlemlerine bakmak aydınlatıcı olur. Arjantinli yazar Alberto Manguel’in Tanpınar’ın gittiği beş şehri ziyaret ederek yaptığı gözlemler, 2016 yılında Tanpınar’ın İzinde Beş Şehir başlığıyla yayınlanır. Manguel’in gözlemleri, bir yandan Tanpınar’ın çok boyutlu zaman algısına ve zamanla tarihi bir arada sunan anlatımına şimdiki zamanı eklediği için okurun şehirlere dair düşüncesini zenginleştirir; diğer yandan Tanpınar’dan farklı olarak Türkiye’yi ve bu coğrafyanın son yüzyılda geçirdiği dönüşümleri daha az bilmesi nedeniyle bambaşka bir bakış açısı sunar. Tanpınar çok iyi bildiğini Manguel’in neredeyse hiç bilmemesi, okura beş şehrin içeriden ve dışarıdan nasıl farklı göründüğünü değerlendirme imkânı tanır.

Tanpınar'ın İzinde Beş Şehir, Alberto Manguel, Çeviri: Sevin Okyay, Kutlukhan Kutlu, 104 syf., Yapı Kredi Yayınları, 2017.

Manguel’in anlatımında genel olarak Türkiye’ye ve özellikle bu beş şehre dair öne çıkan temalar hepimizin fazlasıyla aşina olduğu, bu nedenle de çoğu zaman kanıksadığı unsurlar. Atatürk Türkiye’si ile Erdoğan Türkiye’si arasındaki çekişme, İslam’ın yalnızca ruhani olarak değil ama aynı zamanda gündelik hayatta da hissedilen etkisi, özellikle toplumun geleneksel kesimlerinde daha keskin bir biçimde hissedilen patriarka, ifade özgürlüğüne yönelik kısıtlar bunlardan birkaçı. Tanpınar, Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişin yarattığı toplumsal dönüşüme odaklanırken, Manguel Türkiye Cumhuriyeti’nin son yirmi yılda geçirdiği dönüşümü, bu ifadeyi kullanmasa da neo-Osmanlıcı bir değişim hattını mercek altına alıyor.

Manguel Ankara’yı baba gibi bir şehir olarak betimlerken Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren Atatürk liderliğinde yalnızca yeni bir devletin değil aynı zamanda bir ulusun, o ulusu tanımlayan bir kültürün inşa edildiğini vurguluyor. Bu yüzden Manguel bu inşa sürecinin sonucu için “Bugün Ankara, Atatürk’ün hayal ettiği ülkenin başkenti, kesinlikle Batılı görünüyor” ifadesini kullanıyor. Ancak bu Batılı görüntü Konya, Bursa ve Erzurum söz konusu olduğunda yerini başka tarihsel birikimlere, geleneğe ve hâkim ideoloji ile uyumlu bir biçimde İslam kültürüne bırakır. İstanbul ise tüm zamanlar için bu coğrafyanın en kozmopolit, en karmaşık ve en renkli şehri oluyor; bu yüzden Manguel İstanbul için “hayaletler şehri olarak İstanbul, paylaşılmış melankoli olarak İstanbul, ikiz olarak İstanbul, ufalanmış binaların ve tayf minarelerin siyah-beyaz imajları olarak İstanbul, yüksek pencereler ve balkonlardan görülmüş labirent benzeri sokakların İstanbul’u” derken şehrin bir kaleydoskopun bin bir deseni kadar çok yüzü olduğunu anlatıyor.

Tanpınar’dan Manguel’e uzanan tarih diliminde varlığını sürdürdüğü tüm zamanların ruhunu yansıtan ve bunu yaparken kendine özgü bir kimlik yaratan şehirlerden şimdiki zamanı hiç bitmeyen bir bugün gibi yaşayan, mimaride ve kültürde birbirinin aynı özellikleri taşıyan şehirler yarattık. Zamanın ruhu kendini kent çeperinde kümelenen TOKİ yerleşimlerinde, sayıları her gün artan, insanları bir araya getirirken aynı zamanda yalnızlaştıran AVM’lerde, hangi işleve hizmet ettiği belli olmayan beton meydanlarda gösteriyor. Uygarlık duble yollarla, köprülerle ve metroyla gelirken ulaşabildiğimiz mesafeleri artırıyor ama bu fiziksel genişleme trafikte daha çok zaman harcamamıza yol açıyor, insanları birbirinden ve kaliteli bir yaşamdan uzaklaştırıyor. Doğal felaketlerin sayısı artmasa da etkisi derinleşiyor, kentlerde kümelenmiş neredeyse birbirinin üstünde yaşayan insan kitleleri iklim koşullarındaki ani bir sapmada evine ulaşamıyor, yaşam alanı zarar görüyor, suya kapılıp ölüyor. Bir tünelden veya köprüden geçerken, asansörle 23. kattaki evine çıkarken, binlerce kişinin üst üste çalıştığı bir işyerinde kaç kişi olası bir depremin neden olacağı yok oluşu düşünüyor?

Yeni olan her zaman daha iyi olmayabilir. Teknolojik gelişme yalnızca ekonomik olarak değil, aynı zamanda ekolojik olarak da maliyetli olabilir. İnsanın doğayla arasındaki mesafe arttıkça ve yaşamsal ihtiyaçların karşılanma süreci karmaşıklaştıkça gelişme ya da kalkınma olarak tanımlanan dönüşümler faydadan çok zarar getirebilir. Değişimle ilgili olarak kaçırılmaması gereken belki de en önemli nokta maddi dünyadaki, fiziksel kapasitedeki değişimle zihinsel ve kültürel değişim arasındaki uyumun zorunluluğudur. Maddi dünyayı yenilerken eski zihniyeti muhafaza etmek ya da tam tersi, dünya görüşündeki dönüşüme ayak uyduramayan geri kalmış kurumlar, yapılar ve koşullardan medet ummak aksak, anakronik, her anlamda çarpık fiziksel ve zihinsel alanlar yaratır. Bu noktada Tanpınar’ın gerçek yapıcılık üzerine sözleriyle bitirmek, iyi bir başlangıç düşüncesine imkân sunar:

“Bir ağacın ölümü, büyük bir mimarî eserinin kaybı gibi bir şeydir. Ne çare ki biz bir asırdan beri, hattâ biraz daha fazla, ikisine de alıştık. Gözümüzün önünde şaheserler birbiri ardınca suya düşmüş kaya tuzu gibi eriyor, kül, toprak yığını oluyor, İstanbul'un her semtinde sütunları devrilmiş, çatısı harap, içi süprüntü dolu medreseler, şirin, küçük semt camileri, yıkık çeşmeler var. Ufak bir himmetle günün emrine verilecek halde olan bu eserler her gün biraz daha bozuluyor. Âdeta bir salgının, artık kaldırmaya yaşayanların gücü yetmeyen ölüleri gibi oldukları yerde uzanmış yatıyorlar. Gerçek yapıcılığın, mevcudu muhafaza ile başladığını öğrendiğimiz gün mesut olacağız.” (156)