Beşiktaş-Fenerbahçe: İki takımın benzer güçlü yanları birbirini nötrledi

Haftanın karşılaşmasından Premier Lig’i andıran bir çarpışma beklense de ortaya çıkan klasik bir Süper Lig maçı oldu. Hemen her şeye faul düdüğünün çalındığı ve ekim ayında hâlâ su molasının verildiği bir maçtan fazlasını beklemek de belki bizim hayâlciliğimizdi.

Onur Özgen oozgen@gazeteduvar.com.tr

Öğlen Manchester derbisi, akşam İstanbul derbisi… Normalde bu, Türkiye’deki futbolseverler için iyi bir haber değildir. Zira günün sonunda kendilerini, “Onlarda oynanan futbol ise bizdeki ne?” diye sorarken bulmaları yüksek olasılıktır. Ama bu defa durum farklı olabilir diye bekleniyordu.

Birincisi; Manchester takımları arasındaki güç farkı İstanbul’un iki yakası arasında bulunmuyordu. Bu yüzden öğlen izlenilen şeye göre akşamki randevunun daha bir futbol maçı havasında geçmesi beklenebilirdi.

İkincisi; iki takımın da temposu ve yoğunluğu, Premier Lig’vari bir çarpışmayı andırabilecek seviyedeydi.

Süper Lig’de uzun zamandır takımlar, futbol tarzları olarak kabaca ikiye ayrılıyorlar: Şampiyonluğa oynayan takımlar, genellikle teknik kalitesi ve yaş ortalaması yüksek oyuncular tercih ettikleri için, düşük tempolu bir pas oyununun taklidinden başka bir şeyi oynayamıyorlar. Bunun karşısında ise fizik kaliteyi biraz daha yukarıda tutan, ama teknik kalitesi düşük kalan alt seviyedeki takımların derin savunmalara ve uzun toplara dayalı karşı hücum anlayışları duruyor.

Ortaya ise genellikle son derece yavaş, seyir düzeyi ve heyecanı düşük futbol karşılaşmaları çıkıyor.

Beşiktaş ve Fenerbahçe ise bu sezonki oyun anlayışlarıyla, Türkiye’deki hâkim futbol paradigmasının dışına çıkma ve bir alternatif olma iddiasına sahipler. İkisi de net bir yüksek yoğunluk takımı ve bu anlamda ligdeki tüm takımlardan ayrıldıkları söylenebilir.

Dolayısıyla bu iki takımın karşılaşmasından bol hücum aksiyonlu, keyifli ve gollü bir maç çıkmasını beklemek doğal görünüyordu. Ama Suat Başar Çağlan’ın Gazete Duvar için yazdığı maç önü yazısında da belirttiği gibi, “Futbol sürtünmesiz bir ortamda oynanmıyor.” Bu oyunun belki de en önemli özelliği tahmin edilemez olması ve beklentilerinizi tamamen taca çıkarabilmesi. Bu akşam da öyle oldu.

Maç öncesi beklentilerden gerçekleşen belki de tek şey yoğunluğu yüksek bir maç olmasıydı. Fakat bu yüksek yoğunluk, beraberinde beklendiği gibi bol gol pozisyonu getirmedi. Bilakis, iki takımın benzer güçlü yanları birbirini nötrledi ve ortaya kısır bir maç çıktı.

Sahaya çıkan on birlerde iki takım adına da sürprizler vardı. Valérien Ismaël, merkez orta sahada Gedson Fernandes’in yerine Dele Alli’yi tercih etti. Bu tercihinin iki nedeni olabilir gibiydi: Birincisi; Wout Weghorst’un yanına Jackson Muleka’nın dışında merkezden bir oyuncu daha sokabilmek. İkincisi; yüksek tempolu oyun başlangıçlarının ardından ikinci yarıda yaşanan fiziksel düşüşü Fenerbahçe’ye karşı tolere edebilmek için Gedson’un enerjisinden ve atletizminden daha sonra faydalanabilmek. 

Fakat Ismaël’in bu tercihi, bu defa Beşiktaş’ı güçlü oyun başlangıcından kopardı. Dele Alli’nin fiziksel olarak çok geride olması, oyunda kaldığı süre boyunca Beşiktaş’ı merkezde eksik bıraktı. Georges-Kevin Nkoudou’nun yokluğunda ilk 11’e yerleşen Nathan Redmond’ın da tıpkı vatandaşı gibi başlangıç kadrosu için hazır olmadığı görüldü. Nkoudou’nun atletizmi, Fenerbahçe’nin çok fazla öne çıkan savunmasına karşı bir hayli işe yarayabilirdi. 

Neredeyse her maça farklı oyuncularla ve dizilişle başlayan Jorge Jesus’un derbide hazırladığı sürpriz ise uzun süreli bir sakatlıktan çıkan Serdar Aziz’i ilk 11’e koyması ve üçlü savunmaya dönmesiydi. Bunun da iki sebebi olabilirdi: Birincisi; geride bir oyuncu fazla olarak Beşiktaş’ın yoğun presini daha kolay boşa çıkarabilmek. İkincisi; Beşiktaş’ın etkili duran toplarına ve ortalarına karşı hava toplarında daha güçlü olabilmek. 

Nitekim Jesus’un bu kararıyla iki hedefine de ulaştığı söylenebilir. Beşiktaş, Fenerbahçe’nin üçlü savunmasına karşı hem baskı uygulamakta zorlandı hem de kendisi baskıdan uzun toplarla çıkarken Weghorst’u önceki maçlardaki kadar etkili kullanamadı. Süper Lig’in uzun toplardaki açık ara en başarılı santrforu olan Hollandalı, maç boyunca girdiği 11 hava topu mücadelesinin sadece birini kazanabildi. 

Bunda da aynı boyda olduğu Gustavo Henrique’nin kendisiyle eşleşmesinin büyük payı vardı. Fenerbahçe’nin daha önceki üçlü savunmalarında Henrique sağ stoperdi, merkezde ise Attila Szalai oynuyordu. Szalai’nin bu maçta sol stopere geçmesinin nedenlerinden biri Luan Peres’in yokluğu olmakla birlikte, esas neden Weghorst’la Henrique’nin eşleşmesini sağlamaktı.

İki takım da maç başından sonuna dek birbirlerinin baskısından pasla kurtulmayı neredeyse hiç denemedi. Bu da açıkçası maçta olması beklenen şeylerden biriydi. Zira ne Beşiktaş’ın ne de Fenerbahçe’nin geriden oyun kurmak ve topa sahip olmak gibi takıntıları bulunuyor. Bu yüzden beklendiği gibi iki takım da birbirlerinin baskılarını direkt paslar ya da uzun toplarla kırmayı denedi. 

Beşiktaş’ın Weghorst’u bu anlamda iyi kullanamadığını söyledik, Fenerbahçe’nin ise zaten böyle bir santrforu bulunmuyor. Ne Enner Valencia ne Joao Pedro ne de oyuna sonradan giren Michy Batshuayi’nin sırtı dönük oynama kabiliyetleri var. Önceki maçlarda Fenerbahçe alan bulabildiği için forvetlerinden verim alabilmişti, bu maçta ise Beşiktaş savunması onlara bu alanları vermeyince tıpkı ev sahibi gibi Jesus’un öğrencilerinin de üretkenlik sorunu ortaya çıktı.

Buna rağmen ilk yarıda daha iyi olan taraf Fenerbahçe’ydi. Orta sahada daha üstünlerdi, topun kontrolü daha çok onlardaydı ve Beşiktaş’ın kullandığı bir duran top dönüşü yakaladıkları hızlı hücumda Valencia ile maçın en net pozisyonunu da üretmişlerdi.

İkinci yarıda ise beklenmedik bir şey daha gerçekleşti. Hem Fenerbahçe’nin zengin yedek kulübesi hem de Ismaël’in önceki maçlardaki hamlelerinde istediği verimi alamaması, doğal olarak Fenerbahçe’nin maçın ikinci yarısında daha etkili olabileceği beklentisini doğurmuştu. Ama tam tersi oldu. 

Jesus’un 69’daki üç oyuncu değişikliğine, iki dakika sonra Ismaël de üç oyuncuyu değiştirerek karşılık verdi. Ve bu defa istediğini alan net olarak Fransız teknik direktör oldu. Fenerbahçe’de Miguel Crespo’nun orta sahadan çıkmasından sonra Ismäel’in bir nevi kendi Crespo’su olan Gedson’u oyuna sürmesi, orta saha üstünlüğünü tamamen Beşiktaş’a verdi. 

Üstüne haftalardır sakatlığı sebebiyle mahrum kalınan takımın en önemli yaratıcısı Rachid Ghezzal’ın da oyuna dâhil olması, pozisyon üstünlüğünü de Beşiktaş’a getirdi. Yalnızca 18 dakika sahada olan Cezayirli, toplam sekiz isabetli pas yapabildi ve bunların yarısı şut pasıydı. Başka bir deyişle, maçta ikiden fazla şut pası verebilen tek oyuncu oldu. Weghorst biraz daha şanslı olsaydı, son bölümde Beşiktaş maçı kazanmaya çok daha yakındı.

Yine de âdil olan sonuç buydu. Açıkçası topun yeryüzünden çok gökyüzünde dolaştığı, iki takımın da birbirine net olarak üstünlük kuramadığı, toplam 35 faul düdüğünün çaldığı ve topun yalnızca 47 dakika oyunda kaldığı bu maçta iki takım da bir şey kazanmayı hak etmemişti.

Neticesinde ise 1994-95 sezonundan bu yana Süper Lig’de ilk kez Beşiktaş’ın ev sahipliğini yaptığı bir Fenerbahçe derbisi golsüz sona erdi. Sezonun en keyifli karşılaşması olması beklenen derbinin en güzel yanı ise sanırım Serie A ve La Liga maçlarında da görmeye alışkın olduğumuz oyuncuların netleştirilip fonun bulanıklaştırıldığı sinematografik görüntü çekimleriydi.

Madem futbol kalitemiz yerellikten kurtulamıyor, bari çekim kalitesi uluslararası olsun. Öyle değil mi ama?

Tüm yazılarını göster