Johan Cruyff’un meşhur sözlerinden biridir. “Sonuç getirmeyen kalite anlamsızdır. İçinde kalite barındırmayan sonuçlar ise sıkıcıdır,” der. O hâlde buradan şuraya varılabilir; futbolda anlamlı ve eğlenceli olanın peşine düşmek gerekir.
Daha açık ve kesin bir ifadeyle şöyle de söylenebilir; futbol öncelikle göze hitap etmelidir. Elbette kazanmak da önemlidir, fakat nasıl kazanıldığı, salt kazanmanın kendisinden daha mühimdir. Bu yüzden kazanırken eğlendirmek ya da eğlenerek kazanmak en güzelidir. İçinde bir temaşa olmadan kazanmak ise sıkıcıdır, yine de kazanıldığı için buna tahammül edilebilir. Ama içinde ne temaşanın ne de sonucun olduğu bir futbol; işte bu herkes için azap vericidir.
Beşiktaş’ın durumu da tam olarak bu. Siyah-beyazlılar sezon başından bu yana ya çok sıkılıyor ya da azap çekiyor. Çünkü kazandığında bu içinde hiçbir kalite barındırmıyor. Çoğunlukla ise ortaya çıkan futbol ne kimseyi eğlendiriyor ne de sonuç getiriyor. Başka bir deyişle, ne yemekten lezzet alınıyor ne de yenilen yemek karın doyuruyor. Masaya gelen hesap da hayli pahalı olunca, her şey daha anlamsız ve katlanılmaz bir hâle geliyor. Dün akşam olduğu gibi.
BEŞİKTAŞ NE OYNAMAK İSTİYOR?
Sorun şu ki, Beşiktaş’ı seyrederken takımın ne oynamak istediğine dair hiçbir fikriniz olamıyor.
Beşiktaş nasıl hücum eder? Topa sahip olarak mı, pas marifetiyle mi; yoksa direkt hücumlarla, koşu marifetiyle mi? Rakiplerini merkezden mi delmeye çalışır, yoksa kanatlardan mı yüklenir? Geriden oyun kurarak mı atağa çıkar, yoksa uzun toplarla mı?
Beşiktaş nasıl savunma yapar? Topu kaptırdığı yerde şiddetli karşı preslerle yeniden kazanmaya çalışarak mı, yoksa takım hâlinde topun arkasına geçip pozisyonunu koruyarak mı? Savunmayı önde mi kurar, yoksa derinde mi bekler?
Cevap ise hiçbiri. Beşiktaş bu temel oyun prensiplerinin hiçbirini uygulayamıyor. Dolayısıyla Beşiktaş’ın oyununa dair net bir tarifte bulunmak imkânsızlaşıyor. Bunun yerine her şey bireysellik üzerinden dönüyor ve söz konusu olan bir takım oyunu olmasına rağmen kolektifliğe dair değerlendirilebilecek hiçbir şey kalmıyor.
Meseleye bu zaviyeden bakınca da sürekli Beşiktaş’ın kadrosunun teknik yeterliliği ve berbat geçirilen transfer dönemi sorgulanıyor. Bu elbette yapılabilir. Bilhassa siyah-beyazlıların doğrudan rakipleri Galatasaray ve Fenerbahçe, bu kadar iddialı kadrolar kurmuş ve sezona böylesine gösterişli bir şekilde sezon başlamışken. Ancak Konferans Ligi’nde grubun en zayıf halkası olan mütevazı bir İsviçre takımına karşı oynarken Beşiktaş’ın kadro yeterliliği tartışılamaz. O kadar da değil.
BEŞİKTAŞ HİÇBİR ŞEY OYNAYAMIYOR
Tartışılması gereken, Beşiktaş’ın Lugano’ya karşı maçın hiçbir ânında net bir üstünlük kuramaması olmalı. Valentin Rosier’in sorumsuzca takımını bir kişi eksik bırakmasından sonra işler iyice sarpa sarmış olabilir. Ama ondan önce de sahada Beşiktaş adına futbol namına bir şeyden bahsetmek mümkün değildi.
Kimse Beşiktaş’tan tiki-taka beklemiyor. Kimse rakibini seri paslarla serseme çevirmesini beklemiyor. Ama futbolda rakibe üstünlük kurmanın tek yolu bu değil. Sağdan soldan ortalarla yüklenip, tabiri caizse rakibin üstüne çullanmak da pekâlâ mümkün. Ama Beşiktaş, iç sahada kendisinden çok daha zayıf bir takıma karşı bunu da yapamıyor. Çünkü yalnızca teknik olarak değil, fiziksel olarak da çok yetersiz bir durumda.
Kenar ortalarıyla rakibin üstüne çullandığı takdirde, seken topları almaları gerektiğini, bunun da belirli bir fiziksel kalite istediğini, aksi takdirde rakibe çok sayıda hızlı hücum fırsatı verilebileceğini teknik ekip de oyuncular da iyi biliyor. Bu yüzden Beşiktaş bunu da oynayamıyor ve geride manasız bir şekilde top çevirip duruyor.
Bu risksiz oyunun neticesindeyse Beşiktaş belki topa daha fazla sahip oluyor, ama hiçbir şey üretemiyor. Nitekim Rosier’in kırmızı kartına kadar Beşiktaş iki farkla öndeydi, ama yalnızca 0.26 gol beklentisine sahipti, Lugano ise iki kattan fazla gol pozisyonu üretebilmişti.
Buna rağmen iki farkla önde olmasını ise elbette Rachid Ghezzal’in teknik kabiliyetine ve Vincent Aboubakar’ın golcülük hünerlerine borçluydu. Bir de Eric Bailly’nin isyanına. 38. dakikada o âna kadar orta saha oyuncularının yapamadığını yapıp, adeta sahadaki bu yavanlığa ve durağanlığa isyan ederek topla ileriye çıkmasa ve Ghezzal’e verdiği pasın ardından ceza sahasına kadar topsuz koşusuna devam etmeseydi, Lugano savunmasının dengesi bozulmayacak ve o gol atılamayacaktı.
Ama atılan iki golde de oyuncuların bireysel kalitesi dışında bir organizasyon söz konusu değildi. Her şeyin bu kadar bireysel olduğu bir takımda skoru değiştirebilecek bireysel yeteneklerin sayısının bu kadar az olması ise bir başka sorun. Ghezzal ve Aboubakar dışında üçüncü bir “ezber bozan” oyuncudan söz edebilmek mümkün değil. Onların da fiziksel olarak çok geriye gitmeleri, takımın genel oyun kalitesini aşağıya çekiyor.
GÜNEŞ ARTIK AYDINLATMIYOR
Teknik kalitesi bu kadar yetersiz bir takımı çalıştırmak ise Şenol Güneş’in hiç alışık olmadığı bir durum. Güneş’in Beşiktaş’ın sorunlarına çözüm bulmakta bu kadar yetersiz kalmasının bir nedeni olarak da bu görülebilir. İyi bir kariyeri olan her teknik direktörün, başarılarını borçlu olduğu belirli bir yolu, yöntemi vardır. Güneş’in en belirgin yöntemi de her zaman oyuncularına serbestlik tanıması olmuştur. Bu sayede onun takımları genellikle bol temaşa vadeden takımlardır. Her zaman kazanamamışlardır belki. Ama çoğu zaman eğlendirmişlerdir.
Güneş’in Beşiktaş’taki ilk dönemi ise hem zaferlerle hem de büyük bir eğlenceyle dolu bir dönemdi. Çünkü serbestlik tanıdığı oyuncular hem oynadıkları futboldan keyif alıyorlar hem de takımı sonuca götürüyorlardı. İkinci gelişinde ise elinde böyle oyuncular bulamadı. Başka bir takımdı bu. Güneş’in alışık olmadığı bir takım. Bir sürprizi, gösterişi yoktu. Ne yaparsa birlikte yapabilecek, ancak beraber hareket edebilirse kazanabilecek bir takımdı.
Şenol Güneş ise belli ki bu takımın dilinden anlayamadı, oyuncular da onun dilinden. Sahadaki bu başıbozukluğun, düzensizliğin başka bir açıklaması yok. Beşiktaş şu an eğlence değil, düzen vadeden bir teknik direktöre ihtiyaç duyuyor ve o ihtiyacını da Güneş’ten karşılayamadı. Güneş ise sonuç almak pahasına her geçen gün kendi vaatlerinden biraz daha uzaklaştı.
Dün akşam 10 kişi kalınınca yaptığı her değişiklikten sonra Beşiktaş’ın daha reaktif bir oyuna geçmesi ve geriye yaslanması da bunun bir sonucuydu. Beşiktaş tarihinde ilk defa dün akşam 10 kişi kalmadı. Ama ilk defa kendi sahasında iki farklı öne geçtiği bir Avrupa maçından mağlup ayrıldı.
Bu ikonik mağlubiyetin neticesindeyse artık bir yol ayrımına gelindiğine hiç şüphe kalmadı. Beşiktaş’ın kendi koşullarına ve genetiğine uygun bir strateji belirleyemeyen Ahmet Nur Çebi yönetiminin de, futbolu artık ne eğlendiren ne de kazandıran Şenol Güneş’in de kulübe verebileceği bir şey kalmadığı barizdi. Bu yüzden topyekûn bir değişim şarttı. Nitekim bu yazı yazıldıktan sonra, Güneş’in istifa ettiği, yönetimin de kongre kararı aldığı açıklandı.
Fakat tek başına isimlerin değişmesi de yetmez, yetmiyor. Beşiktaş’ta daha önce de başkanlar, yönetimler, teknik direktörler değişti. Buna mukabil her sezon yeni bir takım kuruldu. Esas olan ise zihniyetin değişmesiydi, bir tek o değişmedi. Bundan sonra değişir mi? Beşiktaş için tek umut o. Aksi takdirde aynı şeyler yaşanır, aktörler değişir. Siyah-beyazlıların bu döngüden artık çıkması gerek.