Beşir Fuad’dan Yesenin’e: Kanın baştan çıkarıcılığı

Kan, vahşî eylemcinin; kendisiyle ya da bir Öteki ile iletişime geçmesini mucizevî kılar. Bu türden bir iletişimde, diğer iletişim türlerinin aksine (bilhassa dil vasıtasıyla kurulan iletişimlerin aksine) “aldatma”ya ve “dolayım”a yer yoktur – ki bu ilke zorunlu olarak etik ve estetiktir: Zirâ Arkadaş Zekâi Özger’in de dediği üzere; “kan kendini aldatmaz, kan kendini aldatmaz…”

Abone ol

Hamza Celâleddin/hamzacelalettin@gmail.com

Kan; biyolojik olmaktan çok, erotik, öforik ve hattâ diyonizyaktır. Yaşamın coşkusu ve ölümün ahlâkîliği “kan” mucizesiyle bir aradadır − ve işte bu diyalektik vahşî eylemciyi sahneye davet eder. Bahsi geçen vahşî eylemci; damarlarından kan boşalırken, yaşamının son anlarını kayıt altına alan Beşir Fuad (1) ya da son şiirini bileklerinden akan kanla yazan Sergey Yesenin (2) olabileceği gibi; “Kanı severim” diyen, yirmi kişinin katili Richard Ramirez yâhût “ezelî yaralarını bedeninde taşımak için doğmuş olan” (3) herkes olabilir. Etiğe indirgemenin vasat huzurunu yeğleyenler için ürkütücü önermelerdir bunlar − hattâ belki de dehşete düşürücüdür bile. Böylesi bir dehşeti savuşturmak için değil ama –ki böylesi bir dehşet kaba Aristotelesçilikten kaynaklandığı için savuşturulması pek mümkün değildir−; şunu eklemem gerekir: Vahşî eylemcinin ilişki kurduğu ve tutkuyla bağlandığı kan, “impersonal”dir; yani bir ideolojinin, bir inanç örüntüsünün, bir erekliliğin ya da bir sistemliliğin parçası değildir. Dolayısıyla “bir-şey-için” değil, yalnızca “kendi-için”dir. Etiğe indirgenemez olması da işte bu sebepledir. Etiğin konusu, amacı kendisi dışında bir şey olan eylemlerdir ve vahşî eylemcinin kan ile kurduğu ilişkide, eylemin kendisi dışında bir amaç bulunamaz. Erotizm ve öforinin kaynağı da bu amaçsızlıktır: “Kanına yakın olmak ne güzel!” diyerek aşkını ilân eden Gottfried Benn’in şâirliği de, tutkusunun yönünü tayin etmekteki mâhirliği ile anlaşılır. Buradaki tutku, “kendi-için” bir tutkudur ve başka bir amaca yönelmiş de değildir. Tutkunun Öteki’si kan kimliksizdir, bir ismi yoktur ve herhangi bir soydan da gelmez.

Gel gelelim kan, vahşî eylemcinin; kendisiyle ya da bir Öteki ile iletişime geçmesini mucizevî kılar. Bu türden bir iletişimde, diğer iletişim türlerinin aksine (bilhassa dil vasıtasıyla kurulan iletişimlerin aksine) “aldatma”ya ve “dolayım”a yer yoktur – ki bu ilke zorunlu olarak etik ve estetiktir: Zirâ Arkadaş Zekâi Özger’in de dediği üzere; “kan kendini aldatmaz, kan kendini aldatmaz…” Bu türden bir iletişim, yaşamın coşkusunu yalın bir hakikatle buluşturabilir: Sözgelimi; kaçıklığın yazgıcısı Friedrich Nietzsche, şeytanlı şâir Charles Baudelaire ve neslimizin azılısı Michel Foucault (4), kanlarında ilerleyen hastalıklar yordamıyla filozofik yaşamlarına adapte olmuşlardır. Hattâ içten olmak gerekirse, Nietzsche’nin bağımsızlığı ve azgınlığı, kanında mevcut olan kötücüllükten ileri gelir. Onun vahşîliği, aynı zamanda denilebilir; onun inceliğidir. Eylemcinin vahşîliği, Nietzsche örneğinde iyiden iyiye açıklığa kavuşmuş olur: Böyle bir vahşîlik eyleme geçince –ki vahşîliğin eyleme geçmekten başka çaresi yoktur−; bir atın kırbaçlanmasının zihninde yarattığı derin ızdırabı bütün kente sergilemekten, onların önünde gerekirse “küçük düşmekten” geri durmaz.

Öte taraftan, kanın bu denli baştan çıkarıcı olması pornografik olarak da anlamlıdır. Yirminci asrın “kötücülleri” (diyelim ki erotik anlatıcı Georges Bataille); pornografiyi ve ölümü aynı tümcede ve aynı bağlamda kullanmaktan çekinmezler. Pornografi de tıpkı ölüm gibi “kanhıraş” bir varlık durumudur. Sözgelimi Edvard Munch’un Çığlık’ında (1893) dikkat çekici olan, gökyüzünün “kan kırmızı” resmedilmiş olmasıdır. Burada çağrılan şeyin, bir pornografi mi yoksa bir ölüm mü olduğu hemen kestirilebilir değildir; − yalnızca dehşetengiz olduğu kendinden açıktır. Kanın göksel olana sıçraması – ya da Edvard Munch mahâretiyle sıçratılması; Tanrı’yı da kan ile ilgili sahneye davet eder. Tanrı bu ya: gecikmez; Georg Trakl’ın Grodek’i mucizesiyle bu nazik davete icabet eder: “Şafağın kızıl bulutlarına oturan öfkeli Tanrı / Çayırların üzerinde sessizce toplar / Akıtılan kanı; ayın ürpertici esintisinde…” Ve artık kan, insansoyu ve göksel/tanrısal olan arasında da “hermetik” bir rol üstleniverir. Vahşî eylemci, kendini tekrar ve tekrar üretir…

Hölderlin yurdunuz, Tagore göğünüz,

Camus yâr ve Nietzsche yardımcınız olsun.

Notlar:

(1) Beşir Fuad, bir Osmanlı müellifi ve aydınıdır. 1887 senesinde, henüz otuz beş yaşında iken yaşamına kendi arzusuyla son verecek olan Fuad, bileklerini kestikten sonra, ölüm hâtırasını ânı ânına kayıt altına alarak yaşamının son zamanlarını da bilimsel bir çabaya adamıştır.

(2) Rus şâir Sergey Yesenin, 1925 senesinde, henüz otuz yaşında iken intihar ederken, son şiirini bileklerinden akan kanla, “dostuna”, Mayakovski’ye yazmıştır. Hoşça kal şiirinin son dizeleri şöyledir: “Hoşçakal, dostum, el sıkışmadan, konuşmadan / Hüzünlenme ve eğme kaşlarını, mutsuz / Yeni bir şey değil ölüp gitmek bu yaşamdan / Ama yaşamak da daha yeni değil kuşkusuz.

(3) Fransız şâir Joë Bousquet dizeleri: “Yaralarım benden önce de vardı / Ben onları bedenimde taşımak için doğmuşum.”

(4) Friedrich Nietzsche ve Charles Baudelaire frengiden, Michel Foucault ise AIDS’ten muzdaripti.