Yok öyle bir adam. Çünkü zaten baştan da büyük kısmını erkeklerin yazmış olduğu aşk anlatısının bu denli dönüştüğü bir dönemde, karşına çıkan, seni kuşatan, her türlü duygusal ihtiyacını karşılayan, çamaşırlarını katlayan, seni iyi kötü tüm yanlarınla seviyormuş gibi yapan bir adamın bunu günü gelince burnundan fitil fitil getirecek bir nevi Mavi Sakal çıkma olasılığı çok yüksek. Hani şu şatosundaki saklı odasında hayatına girmiş kadınların cesetlerini saklayan cazip görünümlü sayko ‘öteki’ prens.
Sosyal medya gerçeklikle kurmaca arasındaki sınırları hayat hilafına bir hayli aşındırdı. Sevdiğimiz tabirle ‘kişisel blog’cuklarımızda her birimiz kendi hayatımızın montajcısı olduk. Hayatının birkaç yılını silmek yaklaşık yirmi dakikanı alıyor, çok pratik. Gerçekliğin bu derece elden geçirilebilir oluşu, onu yaşama biçimimizi de etkiliyor. (Ya da tam tersi…) Olayları, insanları ve duyguları değme sosyopata taş çıkartacak hızda hayatımızdan çıkarıp ‘sonraki bölüme’ geçebilmemizde şüphe uyandırıcı bir yan var. Bagajda çürümüş cesetlerle gamsız gamsız ortalarda dolanan yığınla insan… “Kokuşmuş bir şeyler var seçmeli personalar krallığında…”
İstemediğin kısımları çıkarıp atmanın yanı sıra her nevi yıkama, yağlama, parlatma faaliyetiyle indirimli karakter yaratma imkânları daha da tehlikeli. Gerçek hayatta son derece fesat, kötücül olabilen ruhlar çiçekli böcekli, yogalı doğalı, kahveli kitaplı paylaşımlarla huzur, emniyet timsali, Nirvana adasındaki son boş odayı kapmış kişiler gibi görünebiliyor mesela. Özetle sosyal medya, insanı, yiyip içtiğinden gezip gördüğüne, tuvalet aynasından beyninin kıvrımlarına dek ulaşılabilir ve ‘görünür’ kılarken bir yandan da kurnazca gizliyor. Yine de gösterilenler kadar gösterilmeyenleri de içeren bir miktar gözlemle gerçekçi değerlendirmelere ulaşmak mümkün.
Bir diğer yanı da, ‘stalk’ denen hadisenin artık bir espri konusu olması. Daha önce yazmıştım, ‘herkes birbirini gözetliyor’. Facebook’undan Twitter’ına, Instagram’ından WhatsApp’ına tüm uygulamalar da bu duruma hizmet eden cinfikirliklerle dolu. ‘Konuştuğun çocuğun’ ya da kızın boş zamanlarında ne çeşit tipleri laykladığını bilmemek neredeyse imkansız. Takip butonları, son görülmeler, açıp bakmasan ortaya düşüp gözüne gözüne sokulan ‘fav’lar, her şey hepimizi birer çaylak stalkera çevirmeye yönelik. Bu durumun da özellikle duygusal ilişkiler açısından son derece zehirli bir yanı var. En iyisi bulut falı bakar gibi az veriyle manasız sonuçlara varmamak, değerli vakti de mümkün mertebe bu gibi işler için harcamamak.
Konumuz bu değil ama buraya bir parantez açmak isterim. Yoğun biçimde gözlediğini, etkilersin de. İnada biner, kendini gerçekleştiren kehanete dönüşür. Lüzum yok. İlişkilerde eninde sonunda gerçek hayata mahkumuz, dedektiflik yapmak kimseye ekstra bir avantaj sağlamıyor. Darbelerin de genelde en hesap edilmeyen yerden gelmek gibi bir özelliği vardır. Tamamen kaçınmak pek mümkün değil ama velev ki düştün, azaltarak bırakmak en iyisi bu işleri. Steinbeck’in aşka dair sözünü dinlemek lazım galiba: “İyi şeyler asla elden kaçmaz.” Kaçıyorsa aslen senin olmamıştır. Dönerse, yersin, tereyağlı da güzel olur.
Elbette sadece duygusal ilişkileri kapsamıyor bu teknolojiyle desteklenen yüksek gözetleme olanakları. Başka hayatlara kolaylıkla vakıf olma düşüncesi, tıpkı okumadan okumuş, yaşamadan yaşamış gibi yapmak türünden, insanın işine de geliyor. Post truth’tu, post trust’tı atıp tutmak kolay, hepimizin parmağı var gerçeğin bu kadar agudik bugidik bir hâl almasında. Siyasal ve toplumsal açıdan o kadar az şeyin denetimi elimizde ki, oturduğumuz yerden kendimize birtakım avantajlar sağlamak, hayata minik goller atmak rahatlatıcı geliyor bir yanıyla herhalde. Bu konuda da James Bond filmleri işe yarar. “Kasa her zaman kazanır.” (Yine de eğlenmediğini söyleyemezsin.) Gerçeği ise, ancak ısrarla gerçek kalarak, imkânlar ölçüsünde hayatın daha çok içinde yer alarak alt edebilirsin.
Bu hafta sonu Netflix’in son gözdelerinden “You” dizisini izledim. On bölümlük sayko romans. Meg Ryan filmlerinin “Sapık”la buluştuğunu düşünün, öyle bir formül. Eksiği gediği, yer yer kafam kadar mantık hatalarıyla gayet de sürüklüyor. Netflix bu melezleme işini; en basit, en hafif yerden gidip telefonundan dizi bakınan ergeni de, külyutmaz görünen seni beni de avlamayı çok iyi beceriyor. Zamanın ruhunu da hız, tempo, hafiflik, serinlik, dozunda gerilim, her yanından yakalıyor.
Hikâyemiz kendi halinde, zararsız görünümlü, gayet ‘efendi’ bir kitapçının ortama düşen bir fıstığı gözüne kestirmesiyle başlıyor. (Sunum aynen öyle, karakterlere dair benim düşüncem değil bu, zaten kazın ayağı da öyle değil.) Esas kızımız bir yazar adayı olmasına karşılık pek az yazıyor, gezip tozup olmayan paralarını harcamak, yerli dizi delirteçi, ne denli fesat olduklarını bir türlü göremediği kız arkadaşlarıyla takılmak, sevişme akabi fermuar çekip yanaktan makas almacı hayırsız ötesi ‘zengin piçi’ oğlana karşılıksızca tutulmak, “bugün yetişmedi, yarın vericem yazıyı” diyerek sırttan bele kaymacı tacizci profesörü idare etmek zorunda kalmak, zamanının büyük kısmını alıyor.
Tam bir beyefendi gibi görünen sinsi ötesi kitapçı oğlansa gerçek olamayacak kadar iyi, yani ağır hasta. Bir yandan dayakçı, zorba partnerine karşı yan komşusunu ve bağra basmalık oğlu Paco’yu koruyup kollarken bir yandan da bizim kıza kafayı takıyor. Sosyal medya sayesinde yedi sülalesinden oturduğu evin adresine her türlü bilgiye ulaşmak da yarım gecesini almıyor. ‘Kızımız’ zaten tatlı mı tatlı ama bir miktar ilgi çekmeden duramayan, sevgi arsızı, daima çelişkili şeyleri bir arada istediği için bela paratoneri biri. İlkece iyi adamlardan hazzediyor, çakallara tutuluyor, yazmaya tutkun ama gezip tozmadan da duramıyor. Baba meseleleri olan, temelde dürüst ve iyi kalpli, zeki ama saf bir nevi çocuk-kadın. Kurnaz olmadığı, yüreğinin götürdüğü yere gittiği, ‘herkesi kendi gibi bildiği’ için düzenli olarak iyi niyetinden kaybediyor. Bıcır bıcır sarışınlık da kesmiyor, avantajlarını bir çırpıda dezavantaja çevirebilen cömert kalpli yapısı nedeniyle hep incitilebilir bir noktada duruyor. Ruh ikizini de bir türlü bulamıyor, haliyle.
“Bir kadının kalbinde bir uçurum varsa oraya atlayacak çok erkek bulunur” gibi bir söz okumuştum bir vakit, kime ait olduğunu bulamadım, meali bu. Nereden okuduğuna bağlı olarak cinsiyetçi de, gerçekçi de. Ana karakterimiz hayatın sarp ve dikenli yollarında dizleri yaralana berelene, bir türlü kendini bulamadan yürüyüp dururken, beyaz atlı prens görünümlü mavi sakal da onu buluyor işte.
Hayat çok zor. Hepimiz birileri de bizi düşünsün, bizimle ilgilensin, sifon bozulunca tamir etsin, arada bir kafamızı okşasın, içkinin fazla kaçırıldığı bir gecenin sonunda, düşeyazdığımız raylardan biri bizi kurtarsın isteriz, kim istemez. Kadınlara beş yaşından beri (dünyayı kurtaran erkekleri) kurtarmak, binbir gaile arasında hemşirelik, hastabakıcılık, minimum terapi ve bakım hizmeti sunmak öğretildiği için günümüzün ortalama cazip bir adamı bu işlerden ikrah etmiş durumda. Erkekler bu kadar “küstüm, bıktım, oynamıyorum,” vaziyetindeyken kadınların öğretilmiş ‘iyi kız’ hallerinden de aşktan da vazgeçmemeleri, türlü kısır döngüye davetiye. Aşk kısmında sorun yok ama hayatta her şeyi yalnız başına becerebiliyorken alttan alta beyaz atlı prens beklemekte ciddi bir sorun var.
Sorun var çünkü, öncelikle, yok öyle bir adam. Çünkü zaten baştan da büyük kısmını erkeklerin yazmış olduğu aşk anlatısının bu denli dönüştüğü bir dönemde, karşına çıkan, seni kuşatan, her türlü duygusal ihtiyacını karşılayan, çamaşırlarını katlayan, seni iyi kötü tüm yanlarınla seviyormuş gibi yapan bir adamın bunu günü gelince burnundan fitil fitil getirecek bir nevi Mavi Sakal çıkma olasılığı çok yüksek. Hani şu şatosundaki saklı odasında hayatına girmiş kadınların cesetlerini saklayan cazip görünümlü sayko ‘öteki’ prens.
Bu açıdan bakınca, “İkiye Bölünen Vikont”ta Calvino’nun dediği gibi, “bu iyi, o kötüden daha kötü” bile olabilir. İyi olandan devasa bir beklentin var çünkü. Kadın ya da erkek hiçbir insan evladı da eninde sonunda seni şatosunun bir odasına kapatmak istemiyorsa bu derece itirazsız, koşulsuz bir sevgiyle kuşatmaz. Finali itibarıyla bu noktayı güzelce ortaya koyarak, genelinde de kusuruyla yalanıyla sürükleyici dizi, kalbimi fethetti. Tavsiye ederim.
“Beyaz atlı aslında mavi sakal mı?” sorusundan önce düşünülmesi gereken şey belki de şu: Gerçekten ihtiyacımız, hâlâ bir prens mi? Bu işler iki kişilik. Metaforik babalarımız ya ölüyor ya tacizci çıkıyor, sıklıkla ikisi birden oluyor. Beyaz atlı bir prens yok. Düştüğü yerden kendini kaldırabilecek, her gün yeniden başlayacak o vahşi, yaşamsal kudret her kadının damarlarında akıyor. Prensler de mavi sakallar da şatolarında dursun… İmkân varsa gerçek, güzel anları paylaşabileceğimiz yol arkadaşlarıyla kesişsin yolumuz. Kendi yolunda kendi şarkısını söyleyene ıslığıyla katılan biri mutlaka olur. Prens öldü, yaşasın hayat.