‘Eski Türkiye’nin retorik sorusu ‘Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk
devleti midir?’ sorusuydu. Bu sorunun sorulma amacı, devletin açık,
anayasal organlarının ya da karanlık, yasa ötesinde kurulmuş
faaliyetlerinin sorgulanmasının ve teşhir edilmesinin zeminini
göstermekti. Cumhuriyet hükümetleri -kendilerini açıkça demokratik
meşruiyetin ve hukuk devleti ilkesinin dışında konumlandıran askerî
rejim dönemlerini ve kuvvetler ayrılığının fiili olarak bulunmadığı
tek parti dönemini bir kenara koyarsak- anayasa ve yasaların
varlığını dikkate almak zorunda kalmıştı. Türkiye’de devlet olarak
örgütlenmiş yasal ve yasa dışı kuvvetler, anayasal sınırları aşma
eğiliminde olsa ve suç işleyerek aşsa dahi hesaba çekilecekleri,
eleştirilecekleri, teşhir edilecekleri zemin olarak hukuk devleti
ilkesi bir gösterge olarak var kaldığı oranda bu retorik soru da
varlığını sürdürdü. Kuvvetler ayrılığının bir biçimiyle olduğu,
devlet içindeki reel güçlerin birbirini dengelediği bir dönemde
herkes için son merci olarak hukukun varlığı bir güvenceydi.
Cumhuriyetin tarihi, yurttaşların temel haklarına karşı işlenmiş
ihlallerle dolu olsa da, devletin bir yüzünün hep karanlık olduğunu
bilsek de hukuku bilen ve onun gücünü tanıyan, varlığını ona borçlu
bir bürokratik akıl eksik, gedik var olagelmişti. Türkiye’de
hükümranlık sorunu olarak görülen meselelerde, devlet hep
gayrimeşru ve illegal yollara saptı; fakat aynı devletin her
bürokratı için bu yolların anlamı biliniyordu. Dolayısıyla hukuk
devletine ilişkin soru, hukuk dışına çıkmış, yurttaşlara karşı suç
işleyen ya da onların haklarını ihlal eden devlet ajanlarını hukuka
çağırmanın bir yoluydu. Demokratik muhalefet güçlü olduğu ölçüde
güçlü, zayıfladığı ölçüde zayıf bir yol.
‘Yeni Türkiye’de hukuk devleti sorusuna paralel olarak
sorulabilecek retorik soru ‘Türkiye Cumhuriyeti hâlâ bir devlet
midir?” sorusudur. Bu da elbette retorik bir sorudur; fakat
anayasasızlaştırılmış, yaşam hakkı dahil en temel yurttaş
haklarının ilan edilen hükümranlık rejimiyle ortadan kaldırıldığı,
devletin üç temel işlevi olan adalet, güvenlik ve barışın
sağlanması işlevlerini yerine getiremeyen ‘Yeni Türkiye’ye özgü bir
retorik soru. Bu retorik soru güncel bir örnek üzerinden açıklığa,
anlamına kavuşturulabilir.
BEYEFENDİNİN ADI
AKP Genel Başkanı Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 28 Kasım tarihli son
grup toplantısındaki “Beyefendi cumhurbaşkanı böyle istiyor sözü
bürokratik oligarşinin yeni bir şifresi haline dönüşmüştür”
ifadesi, geliştirmeye çalıştığım soru bakımından semptomatiktir.
Rejimin en açık ifadelerinden biridir. Devamında söylenenlerle
birlikte okunduğunda daha da açık hale gelir: “şahsımın adı
kullanılarak kurallar kaideler dışında iş yapılmasına rıza
gösteremem … benden bir telefon almıyorsanız bana sorun ve bunu
teyit etmiyorsam bu insanları lütfen gönderin.” Bu sözler,
Türkiye’de 2010’dan beri inşa edilen rejimin, bürokrasinin,
yargının, belediyelerin, medyanın, akademinin tüm bir organizmanın
temel ilkesini ortaya koymaktadır. Bu ilke hukuka değil, artık
hangi adla çağırmak isterseniz, reise ya da beyefendiye
sadakattir.
‘Yeni Türkiye’de bütün ödül ve ceza mekanizmalarını belirleyen
şey bu sadakattir. Sermaye transferlerinden kadro tahsislerine,
siyaset ve ticareti birleştiren özgül formülün göstergesi
beyefendiye sadakat ilkesidir. Bugün bir müfettişin inceleyeceği
sermaye grubunun belirlenmesinden; bir medya kuruluşunun hangi
haberleri hangi sırayla vereceğine kadar; bir yargıcın vereceği
karardan, akademik üretimin sınırlarına kadar her şeyde ödül ve
cezaları belirleyen ilke; hukuka değil, Erdoğan’a sadakat
ilkesidir.
ERDOĞAN DEVLET MİDİR?
Amerika’da Amerikan yasalarına göre açılmış bir davanın
Türkiye’ye kumpas olarak görülmesi, Erdoğan ailesinin yurt dışına
para transferi yaptığı iddialarının yine Türkiye’ye kumpas ile
ilişkilendirilmesi, bu formül içinde anlamlıdır. Siyaset bilimi
derslerinde öğretilen hükümet ve devletin ayrı şeyler olduğu, ‘Yeni
Türkiye’de geçerli değildir. ‘Yeni Türkiye’ Erdoğan’dır. Peki
Erdoğan devlet midir?
Türkiye’de partinin devletleşmesi, devletin kişiselleşmesi
olarak tarif ettiğim süreci özetleyen hukuka değil, beyefendiye
sadakat ilkesinin sonucu, siyaset biliminin bir kavramı olan modern
devletin ilgasıdır. Tarihsel bir momentte, dünyanın belirli bir
coğrafyasında ortaya çıkan modern devleti belirleyen özellik,
devletin kişisellikten kurtarılması, temsili bir hukuki makineye
dönüşmesidir. Bunun ilk somut tarihsel göstergesi, hükümdarın
hazinesi ile devletin hazinesinin ayrılması olmuştur –Kurulan
Varlık Fonu’nun işlevleri de bu açıdan semptomatiktir.-
Hükümdar ve devletin ayrışmasını, devletin sürekliliğini
sağlayan yasa ile çerçevelenmiş bir bürokrasinin gelişmesi,
ardından devlet organları arasındaki ayrışmanın uzlaşmaz iki
anayasal ilkeyi; temsil ve demokrasiyi burjuva devrimleri
aracılığıyla bir araya getirmesi izlemiştir.
TÜRKİYE ERDOĞAN DEĞİLDİR!
‘Yeni Türkiye’nin retorik sorusunun amacı, Türkiye’de bir zemin
olarak hukuk devletini değil, hukuk devletinin zeminini geri
çağırmaktır. Bu ise yeni bir anayasa, bir anayasal düzen
çağrısıdır. Türkiye birden büyüktür ve yeni bir anayasaya yönelecek
kudreti siyasal topluluğumuz içinde yer alan çatışmalı ve çoğul
kuvvetlerde bulacaktır.