Günler geçiyor. Hoyrat ve kaba bir dünyanın ortasında bir
gelecek arıyoruz. Bugün akıllı uslu bir yazı yazmaya niyetim vardı.
Fakat Meral Akşener, Allah iyiliğini versin, epeyce canımı sıktı
kaç gündür. İnsan dilediği konuya yoğunlaşıp yazamıyor da. Başını o
yana çeviriyorsun Gargamel, bu yana çeviriyorsun Bayan
Harriet. Kendi küçük evimizden bakınca manzara bu...
Akşener HDP’ye, milyonlarca yurttaşın oyları ve emekleriyle
desteklediği bir partiye, terörist parti demeye getirmişti
biliyorsunuz. Şimdi de bu üçüncü en büyük partiyi yok sayarak
“memleket masası” kurmaya girişiyor. Hayırlı işler! Akşener’in
sadece siyaset yaptığını söylüyor kimi yorumcular. “Çok da şey
etmemek lazım” diyorlar. Tabanına tabanına siyaset... İyi de annem,
oylar düşüyor HDP’yi karalıyorlar. Oylar yükselme eğilimine giriyor
yine HDP’ye sardırıyorlar. Biraz da ötede çevirsinler bu siyaset
dümenini.
Bu gelişmelere canı sıkılan okurların da olacağını düşündüğümden
yazacağım esas konudan vazgeçtim. Biraz iç ferahlatıcı bir yazı
yazayım bugün dedim. Zaten baştan sona ciddiyet içinde akan veya
azıcık hüzünlü bir yazı yazsam, benim okurlar, “Hiç yakışmadı” diye
mesaj atıyor. Okuru “iç ferahlatıcı yazar” beklentisine
sokmayacaksın demek ki. Oysa sonuçta ömür bu, Japon baharı değil.
Sinir de basıyor insanı, hüzün de oluyor. Üstelik hüzün ki en
çok yakışandır bize demiş şair. Niyeyse... Bir iki hafta önce,
Tuğrul Eryılmaz aynen böyle bir bağlamda hatırlatmıştı bu zalım
dizeyi.
Dediğim gibi, normal bir şey yok. Tuhaflık diz boyu. Beri yana
dönüyorsunuz Dr. Bağçalı. Partisinin iktidarı hedeflediğini
açıklayan bir sözünü bir genel başkan yardımcısının paylaşmasının
ardından, “Tabii ki hedef budur, her partinin varoluş sebebi budur,
daha normal bir şey olabilir mi?” diye soramıyor. Aklından bile
geçirmiyor. Pusup kalıyor bir nevi. E tabii, varoluşla filan ne işi
olsun onun? Hayat felsefesi daha ziyade “varolmayış” üzerine
oturuyor. Varolmayan Şövalye diyeceğim de canımın içi
Italo Calvino mezarında ters dönecek.
MHP genel başkan yardımcısının “MHP iktidarı zorunluluktur”
minvalindeki tiviti anlaşılan o ki partide genel olarak bir tür
dehşet yarattı. Kaç yıllık partinin genel başkan yardımcısı da
Allah muhafaza iktidarı hedeflediğimiz filan düşünülür diye derhal
düzeltme yayınladı! Bunu yabancı birine anlatmaya kalksak, kamyon
kasasıylan laf etmemiz gerekir. Mesela bir Danimarka vatandaşına
-ki o kadar da baba-amca-kral kompleks zinciriylen boğuşmuşlukları
vardır- imkanı yok bunu anlatamazsın.
Böyle bir dünyada biz de tuhaflaşıyoruz haliyle. Üstelik
karantina altındayız... Mesela pandeminin geçip gittiğini,
evlerimizde eskiden olduğu gibi dostlarımızın ve yakınlarımızın
konuk olduğunu tahayyül bile edemiyoruz artık. Evin varlık
sebebinin bir parça böyle bir şey olduğunu unutuyoruz. Bir
başkasının kapı kollarına ya da elektrik düğmelerine gelişigüzel
dokunduğunu, banyoyu ve klozeti kullandığını düşünmek bile
neredeyse dehşete düşürüyor. Evi dış dünyanın şirinliklerine
bağlayan varoluşsal kayış kopup gidiyor. Gargamel’e dönüşüyoruz...
Bakın İsveç böyle yapmıyormuş. Ben şahsen bayıldım İsveç modeline.
Karantinamızın ilk günlerinde bitişikteki Rus komşuların sesini
duyunca kapıyı çıkıp koridorda kapıdan kapıya laflıyordum. Onlar da
benim sesimi duyunca çıkıveriyordu. Şimdi birimiz çıkarken
diğerimiz hızla eve giriyor. En azından bana öyle geliyor... Sadece
evin minik kızı korona tehdidinden ne anlamışsa artık, aynı anda
kapıya çıktığımızda, vücudunu dışarıda bırakıp kafayı hızla içeri
çekiyor. Tümden kaçmıyor yani. Bedenini orada tutuyor ki onunla
konuşmaya devam edeyim. Konuşma üç satır. Çocuğun İngilizcesi ve
Türkçesi, benim Rusçam ve Almancam yok. Zaten Almancam olsaydı bile
Veruşka’nın bir işine yaramazdı. Cümleyi Veruşka lehine
dengeleyeyim, o iki dili bilmiyorken ben bir dili bilmiyor gibi
görünmeyeyim diye Rusça’nın yanına Almanca’yı da ekleyiverdim.
Anlayın işte.
Almanca dedim de, Alman polisiye yazarı Rita Falk’ın
romanlarıyla tanıştığımda onu nasıl kıskandığım geldi aklıma. Bir
yandan şahane polisiyeler yazıyor bir yandan da olay
örgüsüne enfes sofralar kuruyor, leziz yemekler ve tarifler
yerleştiriyor. Kış Patatesi Köftesi, Az Pişmiş
Kelle ve Hamur Tatlısı Cinayeti gibi isimleri olan üç
kitabının tadı hâlâ damağımdadır. Polisiyenin lezzeti ayrı,
yemeklerinki ayrı. Biri çıkıp Ritacığımın diğer romanlarını da
Türkçe’ye çevirseydi ne olurdu sanki. Dediğim gibi Almancam yok.
Kolları çemirleyip kitapları çevirmeye girişemiyorum. Tanıl Bora
polisiye tercüme etmiyor. Mithat Sancar parti genel başkanı oldu.
Çevremizde şu Weisswurst Connection’ı çevirse de okusak
diyeceğimiz bir Allah’ın Germanofonu yok. Ritacığımın kitaplarının
sayısı 10’u geçti, biz üç çeviriyle kalakaldık ya, yazıktır...
Polisiye demişken, siyaset gibi evlerimiz de normalleşemedi
gitti. Evler çeşitli polisiye olaylara gebe. Geçen bir arkadaşım
telefonda “beyin göçü, beyin göçü” diye konuşuyor. Kafam o gün
bambaşka bir noktaya kilitlenmiş demek ki, “Bey’in göçü filan diye
bir şey yok. “Kendisi” bir yere gitmiyor, 7/24 zoom arka
planıma yayılıyor. Çekim mekim de yapamıyorum. Kütüphane önünü
kullansan izleyici laf ediyor, salonu kullanmaya kalksan böyle bir
mesele var... Geçen gün dışarı çıktı, Medyascope programım var
bugün, lütfen döndüğün zaman zile basma olur mu dedim. Demez
olaydım. Program kaydım devam ederken, sanırsın bir homeless aniden
kilise çanına asıldı. Ses ortalığı yıkıyor. Neyse ki son birkaç
saniyeye denk geldi de ne olduğu çok anlaşılmadı. Çalışan
erkeklerin bir an evvel düzenli mesaiye geçmesini istiyorum diyerek
sözlerimi tıknefes tamamladım. Arkadaşım, “Ne diyorsun sen Allah
aşkına?” dedi de kendime geldim...
Ne diyeyim, böyle aynı evde 7/24 yaşamaya alışık değiliz biz.
İnsan 7/24 kendine zor dayanıyor. Karantina işi zor. Allahtan ara
sıra Alman usulü kıyır kıyır bir elmalı turta filan yapıyoruz
birlikte de atmosfer yumuşuyor. Yoksa there will be blood
demiyorum tabii ama olaylar bir şekil polisiyeye bağlanacak.
Yeri gelmişken söyleyeyim. Rita Falk’la irtibatımı da o sağladı.
“Değişik yemek tarifleri veren bir taşra polisiyesi yazarı var, oku
belki denemek istediğin yemekler olur” diye haberdar etmişti de
öyle okumuştum. Şaka bir yana, Miss Marple seviyesine demirlediğim
polisiye okurluğumun İskandinav ülkelerine filan açılmasını
sağlamıştır kendisi. Aleyhine “beyin göçü” temalı polisiye
tahayyüller geliştirecek kadar da nankör değilim. Maksat azıcık
neşelenelim.
Sonuç olarak biz kolay kolay normalleşemeyiz. O bir yana, hiç
normalleşmeyelim zaten. Normalimizin içinden yüzyıl yürüyüp nihayet
vardığımız yer burasıydı işte. Memleket masası. Ne masaymış ama…
Bir kıyametin kıyısına gelinmiş, boncuk kadar bir “yeni fikir”
koyamıyorlar üzerine. Yeni bir dünya tahayyülü, yeni bir gelecek
tasarımı ya da yeni herhangi bir şey yok. Hâlâ HDP’yi işaret edip
kendi ayıplarını örteceklerini sanıyorlar. Normal bu, normallik
ahlakı ve anlayışı bu. Memleket masası kuracaklarmış… Peh!.
Oya Baydar şahane bir yazı yazdı
bu konuda. Okuyun ve görün ne kadar da “normal” bir masa…
Memleketin siyaset masası nerede kuruluyorsa toplumun normali de
oradan pek uzak kurulamıyor maalesef. Siyaset alanında esaslı bir
beyin göçü lazım. Yoksa nereye normalleşiyoruz?