Oğulcan Yiğit Özdemir, üçüncü kişisel sergisini Beyoğlu'nda bir sanat alanı olarak da kullanılan bir kafede açtı. Portre ağırlıklı sergisi için buluştuğumuz Özdemir, "Hesaplaşılması gereken bir tarihimiz olduğu ortada. Bu zaviyeden bakılınca bizdeki bienaller biraz vergi kaçakçılığı, biraz da halkla ilişkiler... " diyor.
Ressam Oğulcan Yiğit Özdemir'in üçüncü kişisel sergisi İstanbul'da açıldı. Sanatçının yeni yapıtları, son günlerde Ortadoğu kökenli mesut müşterilerin keyif fokurtularından geçilmeyen nargile kahveleriyle yaya trafiği iyice yoğunlaşan İstanbul Beyoğlu Kâtip Mustafa Çelebi Mahallesi Küçükparmakkapı Sokak'taki 15 numaralı binanın ilk katında yer alan Qırıx Sanat'ta, 30 Ocak'a dek 'konaklıyor'.
Böyle diyorum, çünkü Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Resim Bölümü çıkışlı ressamın yapıtları, vaktiyle Paris'in çocuk ruhlu 'flaneur'ü Fikret Mualla veya Avrupa'nın eşsiz delişmen fırçası Vincent Van Gogh'un da ekmek ve şarap parasına, alın terleri ve yüreklerinin selameti adına yaptıkları gibi, Beyoğlu'nun naif bir kahvesinin duvarlarında, ziyaretçilerinin izmarit, çay-kahve ve kadeh şıkırtılarına refakat edip, birbirlerini ve gelen geçeni süzüyor. Mekân, müzik ve kültür sanat alanında çeşitli tartışmalara da ev sahipliği yapıyor.
Natürmort, peyzaj ve 'ikonik' yağlıboya portrelerden menkul bu çalışmalar, sanatçının hayat ve hayal gücünden esinle ürettiği, ağırlıkla figüratif - dışavurumcu bir karakteri yansıtıyor. Serginin bu 'başına buyruk', Qırıx atmosferi, kafenin ismiyle de hayli örtüşüyor sanki. Çünkü kaba bir telaffuzla 'kırık'a benzer biçimde okunan 'Qırıx', bilhassa Amed'in Kürt halkı arasında 'işi gücü olmayıp bir baltaya sap olamamış bireyler'e (Batı diliyle 'flaneur'lara) atfen kullanılıyor. Qırıx ayrıca, kunduralarını arkasına basarak giyinen yiğit delikanlılara da verilen bir tabir olarak bilindiği gibi, Kürt basınında ilgiyle izlenen bir çizgi roman karakterine de karşılık geliyor. Misal, Ekşi Sözlük'te 2011 tarihli bir 'Qırıx' fıkrası ise, şöyle kayda geçiyor:
"Qırıx'ın biri bir kıza âşık olmuş. Evinin karşısındaki dama çıkıp, bir yandan 'seviyorum' diye bağırıp, bir yandan kendini jiletlemiş. Kan revan içinde kalmış, zorla indirmişler. Karakola götürmüşler. Polis, babacan bir edayla sormuş...
_ "Oğlum derdin nedir, niye kendini doğradın?"
_ "Polis abe, âşık olmuşam...
_ "Peki kızın haberi var mı bundan?"
_ "Ayıpsın polis abe, hiç belli eder miyim?"
Aslında Yiğit'in resimleri de, böylesi bir içtenlik ve aynı anda da taşkınlık içeriyor. Ama 'sevdikleri'ni bundan bağıra çağıra haberdar etmiyor. Biz yine de Yiğit ile bu kafede buluştuk, resimlerinin ve tanımadığımız kişilerin bizi durmaksızın süzdüğü bir takvimde, dertleştik...
21’nci asırda ‘Modern ressam’ olmak fikri ve zikrini bize nasıl özetlersin ?
Aslında, 'Modern' resmin benim radarıma girmesi Akademi yıllarından önceye dayanıyor. Okula hazırlanırken, klasik sanat eğitiminin benim için yeterli olmayacağını sezmiş, pek çok kaynağı taramıştım. Kübizm ile başlayan avangart silsilesine merakımın tohumları, daha o dönemden atılmış bulunuyor.
Tabii bunun retrospektif bir meraka dönüşme riski de vardı; ki genelde bana gelen eleştiriler de bu minvaldeydi. Bu akımların güttüğü davaların, geçmişte kaldığı yönündeydi. Ben, bu hızlı geçmiş yüzyılın dip akıntılarıyla hala cebelleştiğimizi düşünenlerdenim...
Geçenlerde T24’te okuduğum bir Ahmet Tulgar yazısı, günümüz dijital ikliminde her şeyin uçucu olduğuna atfen bilhassa edebiyata çok iş düştüğünü ima ediyordu. Görsel sanatlara düşen nedir bu durumda ?
Keza Murathan Mungan d,a bu iklimde herhangi bir edebi ağır topun karşılığını bulamayacağı, akıntıda kaybolacağı yollu sözler sarf etti. Ben gerçekten güncel bir davası olan ciddi sanatın faillerinin bir çeşit tımarhanede yaşamaya mahkûm edildiklerini düşünüyorum. Piyasanın leziz olana iştahı ve 'borderline' merak skalası, her şeyi yutmaya meyyal gözükse de, esas mesele 'teslim olmamakta'.
Resim özelinde, her türlü kolaycı görünürlükten, çabuk tüketilen bir entelektüel arka plandan ve gözü kolay tatmin etmeye dönük biçimlerden uzak durmak gerektiği kanaatindeyim. Bunu anlaşılırlıktan taviz vermeden yaptığınızda, o resme özgü, kazdıkça, düşündükçe derinleşen doku çıkıyor ortaya.
Kolajlar, desen ve yağlıboyalar üretiyor, defterler dolduruyorsun... Sence bir resim nerede başlar ve kendini nerede tamamlar ? Her izleyicide örneğin, her şey yeniden mi başlar ve sona erer ?
Bunun üzerine yazmıştım aslında. Eserin tamamlanmak için izleyiciye ihtiyacı var, ama bu tamamlanma belki de bir çeşit semptomatik örtüşme. Dolayısıyla geçici. Bir resmin bittiğine değil en fazla yorgun düşebileceğine inanıyorum. Sonra biri gelir, elinden tutar ve belki yeniden koşusuna başlar.
Sence ‘Akademi’li olmak bir mit mi ? Sahaflık veya Yıldız Savaşları filmlerindeki üstatlara verilen ‘Jedi’lik mertebesi gibi esrarlı bir kıdeme mi dönüştürülüyor ?
Bu bir mitse, sanırım ben bir çeşit sürgün filozof - kral olurdum (gülüyor). Yani üzerine kimse alınmasın ama, o hakikat rejiminin yüzölçümü Türkiye sınırlarını bile zar zor kapsıyor. Bu kimliğe güvenerek ticaret yapılabilir tabii, ama güncel konumu itibariyle, sanat yapmanın olmazsa olmazı mı, pek emin değilim.
Sanat yapmaya da, tüketmeye de yabancılaştığında neler geçiyor aklından?
Açıkçası zor bi soru, çünkü Enis Batur’un edebiyat üzerine söylediği gibi, bu 24 saat bir iş. Kaçınılmaz olan ve kendinizi kandıramadan sürdürdüğünüz bir tarafı var. Rüyalarınız bile biçim değiştiriyor. Ama en azından, bu oluştan uzaklaşmak istediğimde kendimi başka bir yerde, başka bir kimse olarak hayal ettiğim oluyor.
Üçüncü kişisel sergini Beyoğlu’nda naif bir kafe ve sergi alanında açtın. Resimlerindeki imgeler, figür ve ışıklar, burada, kendilerini daha bir sosyal mi hissediyordur sence?
Muhtemelen. Eserlerin yaşayan bir tarafı varsa eğer. Ama bir körlük olduğunu da söyleyebilirim. Kafeye gelen insanlar sergi ve galeri formatına alıştığı için başta pek alıcı gözle bakamayabiliyorlar. Tanıtmak, anlatmak gerekebiliyor.
Eserlerinin yarı açık, çetin bir duygusallığı var. Bu korunaklılığı nasıl açıklıyorsun ? İzleyiciden de biraz olsun sabır ve merak mı bekliyorsun?
Kolay ilgi çeken ama hemen içine almayan bir duygusallıkları var, bu doğru. Bence emek vermeden bir eserden keyif almak pek mümkün değil. Slogancı, ağırlıksız işler de çevrede çok fazla. Biraz akıntının tersine mi yüzüyorum ne?
Portrelerinin psikolojik ve ikonik bir ağırlığı var. Bu meyanda Türkiye ve dünya sanat tarihinden hangi üstatlar sana yoldaşlık ediyorlar ?
Aslında Batı portre geleneği kişi, statü ve biriciklik üzerine kurulu. Ben bu anlamda o geleneğe teknik olarak bağlı olmakla birlikte, biraz daha 'Platoncu' baktığımı söyleyebilirim portre meselesine. Çünkü bir portre, hem kendisi, hem de bütün herkestir. Bu gerilim düşünsel anlamda ilgimi çekiyor.Herkesteki ışığın bir parçası vardır. Bu anlamda Doğu Roma-Bizans ve Sovyet afiş ve grafik, fotoğraf sanatlarının hattına hem anlayış hem de renk paleti olarak daha yakın duruyorum.
Çalışmalarının hayal ve özyaşamöyküsellik arasındaki dengesini nasıl kuruyorsun? Örneğin resimlerini bir defter tutar gibi mi kullanıyorsun?
Çoğu zaman, ama bu bir çeşit terapi de aynı zamanda. Dolayısıyla yaşamımı öykülerken ona yeni filikalar atma imkanını da beraberinde getiriyor. Bir çeşit fırsat panayırı (gülüyor).
Küratör, eleştirmen ve yazar Vasıf Kortun, geçen günlerde verdiği Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi konferansında gelen bir soru üzerine Devlet Resim ve Heykel Müzesi’nin Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nden alınması tartışmasını ortaya koydu. Fikrin ve gerekçelerin nedir?
Ben artık Akademi’de okumuyorum. Ama bu sürecin ben bile tepeden yürütüldüğünün, pek çok akademisyenin bundan rahatsız olduğunun farkındayım. Bence Vasıf Bey sanat pazarında başarılı, orada dolaşan bir imgesi var ve bu imge o müzede ne kadar huzur bulur, emin değilim.
İstanbul veya Türkiye’de bir ressam olmak, maddi ve manevi olarak neye karşılık geliyor ? Gündüz ve gece hayatın, gözlem ve eleştirilerin neler?
Maddi külfetleri, alışık veya yatkın değilseniz epey zor. Bu zaten bilinen bir durum. Ama psikolojik yükü mesleğin itibar kaybından ötürü bu durumu katmerlendiriyor. Bunda tek etmenin teknoloji veya din soslu kültür politikaları olduğunu düşünmüyorum. Pazarın referans noktalarında çürümüş bir şeyler var. Düzeltmeye buradan başlamak gerek.
Bienal, fuar ve benzeri-yarı-kitlesel plastik sanat faaliyetleri tatmin ediyor mu?
Açıkçası son bienale gitmedim bile. Bienal protestoları İstanbul bienalinden daha ilgi çekici. 2017 senesinde 3 aylığına Documenta’yı gezme fırsatım oldu. Bienal mefhumuna yeni bir soluk getirmek isteniyorsa büyük bütçelerden değil, cüretkâr politikalardan başlamak gerek. Orada Kayzer’in sarayının olduğu portakal bahçesine sömürgecilik döneminde Latin Amerika’da kullanılan bir para basma makinesinin replikası yerleştirilmişti. Gerçek ölçeğinde. Ben buna cüret derim. Hesaplaşılması gereken bir tarihimiz olduğu ortada. Bu zaviyeden bakılınca bizdeki bienaller biraz vergi kaçakçılığı, biraz da halkla ilişkiler...