Türkiye-ABD ilişkilerinde 'bir çiçekle bahar gelmeyeceği' gibi, taşlı tarladan da alınacak verim düşük olacak. Daha bunun iklim koşulları, toprağın niteliği, gübresi, ürün seçimi, var da var.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ABD’li mevkidaşı Biden ile yüz yüze ilk kez NATO liderler zirvesi marjında Brüksel’de 14 Haziran’da görüşecek. Sözkonusu görüşmeye hazırlık babında ABD Dışişleri Bakanı Blinken geniş Ortadoğu turuna Türkiye’yi dahil etmedi. Ankara’ya önce Bakan Yardımcısı Sherman, ardından BM Daimi Temsilcisi (ki ABD yönetim sisteminde o da kabine üyesi) Greenfield geldi. Sözkonusu temasların liderlerin ikili görüşmesini hazırlamak bağlamında ne denli iyi değerlendirebildiği geçerli soru. Zira Erdoğan’dan aşağıya doğru tutarsız ve özensiz açıklamalar, İçişleri Bakanı Soylu’dan TBMM Dış İlişkiler Komisyonu’nun AKP’li başkanı Kılıç’a 23 Nisan telefon görüşmesinden bu yana dağınık biçimde birbirini izledi. S-400 konusu da kaya gibi orta yerde duruyor.
Eğer yaklaşan görüşmeden, iki lider arasında Trump dönemini sürdürecek bir özel ilişki türetilmesi ötesinde bir sonuç devşirmek hedefleniyorsa farklı yaklaşımlar geliştirilebilir. Diğer deyişle, yalnızca böyle bir özel ilişkinin zeminini kurmak için Biden’le görüşülecekse, hiç görüşülmese belki daha iyi. Öyleyse nasıl bir tezgâh açmalı? Talepkâr ve kırılgan gözüken taraf Türkiye. Dolayısıyla sahaya, deyim yerindeyse, 1-0 yenik çıkacak. Bununla birlikte, İran’la nükleer anlaşmanın canlandırılması bir yana ve eğer İsrail-Filistin meselesi birden alevlenmiş olmasaydı, ABD’nin Ortadoğu dosyasına çok yavaş bir diplomatik başlangıç yaptığı da ortada. Kısacası, ABD sırtındaki küfeye yeni yumurtalar yüklemenin değil, sırtından yük atmak, müttefik ve perakende ortaklara yük devretmenin, maliyet düşürmenin peşinde.
İşte “Kürt açısı” dediğim burada işin içine giriyor. 2003’te Bağdat’a ABD işgalinin peşinden gitmiştim. ABD ile ikili ilişkiler buzul çağındaydı. Ardından Vaşington’u bırakıp, 2010’da Erbil’e gitmeye gönüllü olduğumda, bu defa başta müteahhitlerimiz, işadamlarımızın açtığı patikayı genişletip, geliştirmeye gittim. İçeride de barış süreci dönemiydi. Aradan bir on yıl daha geçip, bugüne geldiğimizde daha karmaşık bir resim var önümüzde. Kamuoyu yoklamalarında Erdoğan’a destek planörün aşağıya doğru süzülüşü gibi istikrarlı biçimde iniyor. Yine Erdoğan, Kürt seçmenle köprüleri atalı çok oluyor. Bugün “barış” demek, ihanetle eşdeğer. Suriye’de Türkiye’nin denetimine aldığı bölgelerde görülebilir gelecekte iktidar değişse de kalıcı olduğu izlenimi güçlü. Irak’la dağlık sınır bölgede askeri harekât genişleyerek sürüyor. Yeni yollar açılıyor, yeni ileri karakollar kuruluyor. Irak Kürdistan Bölgesi (IKB) bir federe yönetsel yapı olarak yok sayılmaya devam edilirken, KDP’nin Türkiye’ye bağımlılığı gün günden derinleşiyor.
ABD, konu dışı ama AB de eskiden olduğu gibi Türkiye’nin Irak’taki “terörle mücadele” harekâtlarına ilgisiz. Fırat’ın doğusunda yeni bir harekât olasılığı sessizce rafa kalkalı beri o tarafta da bir gerilim kaynağı kalmadı. O cenahta yegâne gelişme Türkiye’nin Fırat’ın suyunu tutması. Biden, SDG’ye özerklikte payanda olacak ABD petrol şirketi DeltaCrescent’in Suriye’ye yönelik yaptırımlara tabi olmama ayrıcalığını yenilemedi. Böylece, Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’nin (KDSÖY) IKB’nin yolundan gitmek hevesinin yolunu bir anlamda yine IKB kesmiş oldu. Suriye ve Irak gibi çatışmalı, merkezi devlet otoritesinin yok olduğu yerlerde pazarlanabilir doğal kaynakların ve resmi/gayrıresmi sınır kapılarının denetimi yerel iktidar odakları için yaşamsal önemde. Burada da küresel ölçekte önemsiz ancak Suriye özelinde yaşamsal önemdeki ham petrolün işlenmesi ve pazarlanması için hem IKB içindeki hem IKB’nin de içinde KDP içindeki güç çekişmelerini SDG çözememiş ve ABD desteğini de Biden’in göreve gelmesiyle yitirmişe benziyor.
Oysa tarihin en Kürt dostu ABD başkanı olacaktı Biden. Görebildiğim kadarıyla ABD, Libya ve Suriye’de Rusya’ya taş koyduğu müddetçe ihaleyi bilabedel Türkiye’ye bırakmaya teşne. Putin de bu evrim eğilimindeki durumu görüyor. Örnekse, uçuş yasağını gözden geçirmeyi Brüksel görüşmesinden sonraya öteliyor. Türkiye’nin tutarsızlıkları burada da göze çarpıyor. Bir yandan NATO’nun Baltık ve Karadeniz tatbikatlarına, görevlerine iştiyakla katkı sunan bir müttefik Türkiye. Kırım’ın ilhakını reddedip, Kırım Tatarlarının kaderini öne çıkarıyor, Ukrayna’ya SİHA pazarlıyor. Çerkes Soykırımı’nı anımsatıyor. Polonya’ya da SİHA öneriyor. Aynı zamanda, NATO’nun Belarus’un hava korsanlığına yönelik kararını sulandırıyor, hava sahasını kullanımını askıya almıyor. Biden’e “eski dost düşman olmaz deyip de sitem etme” diyerek yaklaşırken, “âşık gibi sevmezsen, kardeş gibi sev beni” de diyerek Sisi’yle, MbS ile nasıl bir “modus vivendi” bulduysa Vaşington, benzer tarifeyi talep ediyor.
Ne var ki almadan vermek, malûm tek Allah’a mahsus. İkili ilişkilerin omurgası, çapası denilen askerden askere (mil-to-mil) ilişkiler de işlemiyor. Akar eski Genelkurmay Başkanı, şimdi hem Milli Savunma Bakanı ve aynı zamanda “de facto” genelkurmay başkanı. Telefon hattının diğer ucundaki Austin de orgeneral ama (affedersiniz) eski CENTCOM –yani TSK’nın kanlısı. Ayrıca askere bir “Mavi Vatan” gazı verilip, eski Türkiye’nin Kardak akıl tutulması gibi, bir başka NATO müttefiki Yunanistan’la savaşın eşiğine geliniyor. Sonra altı ay geçmeden dönülüp, 25 somut işbirliği başlığında uzlaşılıp, aşı belgelerinin uyumlulandırılması için hızla gerekli bürokratik adımları atılarak, karşılıklı turizm mevsimini canlandırılmasına yöneliniyor. Brüksel’de yeni sayfa açmaktan söz edip, içeriye 15 Temmuz darbe girişiminin ardında doğrudan ABD’nin olduğu iddia ediliyor, Filistin dosyasında Biden “eli kanlı” olmakla suçlanıyor.
O arada ABD, Rusya ile de doğrudan görüşüyor. Blinken ile Lavrov İzlanda’da bir araya geldi. Biden de Brüksel’de Erdoğan’dan sonra Cenevre’de Putin’le görüşecek. Diyeceğim o ki, ABD, Türkiye’den Libya ve Suriye’de atmasını beklediği adımları, oluşturmaya çalıştığı ortamı doğrudan Moskova ile de zemin yoklayarak, müzakere ediyor. Rusya, KDSÖY’nin yüzünü yeniden Şam’a çevirmek zorunda kalmasından memnundur. Üstelik beklenmedik oyunculardan da umulmadık girişimler gözleniyor. KYB kökenli Kürt siyasetçi Berham Salih’in cumhurbaşkanı olduğu Irak, İran ile Suudi Arabistan’ın arasını buluyor. BAE Yemen’den çekiliyor ve İran’la ilişkilerini düzene sokuyor. Ürdün’de Kral Abdullah’a ardında MbS’nin olduğu anlaşılan kadife darbe tezgâhını ABD bozuyor. “Sahada olan, masaya oturur” kafasının en nadide bir nişanesi olan Libya’daki Vatiye Üssü’nü bırakmamak sonucunda, İtalyan ENI petrol ve doğal gaz parsasını topluyor. Komşu Suriye’de seçimin yapılmasıyla Beşar Esat enkaz üzerinde de olsa makamında oturacağını kanıtlıyor.
Öyleyse, Brüksel’de nasıl bir al-ver olur? Önce, S-400’ü bırakmadan olmaz. Ancak, S-400 geçmişte kaldığı anda, kimlerin kamyonun altına gideceği de belli olmaz. En oynak kumun üzerinde oturanlar bence Suriye Kürtleri yahut KDSÖY. Şimdiye dek ABD’yle (Fransa’yla da) en azından “Esat’ı flu görmek” konusunda bir görüş birliği vardı. Vaşington’un Ankara’ya pazarlamayı denediği, PYD’den KDP, KDSÖY’den IKB çıkarma modeli, derme çatma, ite kaka da olsa Kuzey Suriye’de çatışmasızlığı ve Kuzey Irak’a duyarsızlığı getirdi. Bu durumu olabildiğince kalıcı kılma derdinde ABD. Türkiye ise Suriye ve Irak sınırlarını gayrı resmi “düzeltip”, kalıcı tampon bölge kurma yolunda. Ayrıca hem Biden hem Erdoğan zamanın kendi yanlarında olduğu kanısında. Küresel olarak ise, Rusya ve Çin dosyalarında ABD’yle aynı hizaya gelmiş veya o çizgiye kabul edilir biçimde yakınlaşmış bir Türkiye görmek isteyecek Biden. Halkbank da elinde joker.
Brüksel’e aklın gerisinde Cenevre’de yapılacak Biden-Putin görüşmesini tutarak gitmekte herhalde yarar var. Türkiye-ABD ilişkilerinde “bir çiçekle bahar gelmeyeceği” gibi, taşlı tarladan da alınacak verim düşük olacak. Daha bunun iklim koşulları, toprağın niteliği, gübresi, ürün seçimi, var da var. Bakalım “permakültür” yaklaşımı dış politikada ne sonuç verecek, yakında göreceğiz sanırım. Düz söylemek gerekirse iki ülke arasında yönetilmesi gereken oldukça fazla çelişki bulunuyor. Yerden yere vurulagelen “monşer diplomasisinin” yararlılığını anımsatan günlerdeyiz.