Bienalin tesadüfi materyalizmi

Kavramların gerçeğe denkliğini savunan realizmle, kavramların sadece düşüncelere denkliğini savunan nominalizmi eşitlemek –eğer cahillik değilse– nominalizmin realizmi işgali anlamına geliyor. Postmodernizmin ölümünü ilan eden post-postmodern küratörümüzün gerçeği bir boşluk –bir laboratuvar vakumu– olarak algılamasına şaşmamalı. Nitekim,Althusser’in tersine “Anlatılan senin hikâyendir” diyen Marx’ın hikâyeciliğine–1848 ertesinde “hemen ve şimdi”Almanya’da parti kurmak, eyleme geçmek yerine saatlerce, günlerce, haftalarca, aylarca British Library’de sabırla veri toplayan Marx’ın realizmine– yöneldiğimizde işler değişiyor.

Abone ol

Sinan Birdal*

2019 İstanbul Bienali’nin küratörü Nicholas Bourriaud serginin ana temasını sanayi atıklarını imgeleyen Yedinci Kıta olarak belirlemiş. Bourriaud’ya göre çağdaş sanat için çöp imgesi,kapitalizmin sömürü mekanizmalarını teşhir ederek iktidardan ve “makbul” burjuva toplumundan dışlananları güçlendirmek için vazgeçilmez bir araç.Termodinamik yasalarına gönderme yapan Bourriaud toplumsal enerjinin çöp ürettiğini ve 19. yüzyıldan beri modern sanatın bu çöpü dönüştürerek yeniden bir toplumsal enerji kaynağı haline getirmeye uğraştığını iddia ediyor.[1]

Bu geri-dönüştürme eyleminin dört boyutu var: İdeoloji, tarih, psikanaliz ve sanat. Bu boyutlarda geri-dönüşüm Bourriaud’nun eski-biçim (exform) olarak nitelediği bir “temas noktasında” gerçekleşiyor. Başka bir ifadeyle kapitalist üretim biçiminin değersizleştirdiği atık, çağdaş sanat için bir eski-biçim olarak kapitalizm eleştirisine dönüştürülüyor. İdeolojinin görünmez kıldığı, bilinçaltının bastırdığı, kapitalist ekonominin değersizleştirdiği, “muteber”kültürün dışladığı gerçeğin tekrar dışa vurulduğu bu denklemi kavramsal düzeyde şöyle ifade edebiliriz:

Bilinçaltı (Freud, Lacan) = İdeoloji (Marx, Althusser, Benjamin) = Çöp (Bataille)

Bourriaud’nun eleştiri kaynaklarını şu tabloda özetleyelim:

GERÇEKLİĞİN RESMİNİ YAPABİLİR MİSİN COURBET YOLDAŞ?

yüzyıldan bu yana çağdaş sanatın mevcut sömürü ilişkilerini gizleyen ve iktidarı anıtlaştıran idealizme karşı mücadele verdiğini belirten Bourriaud, günümüzde sanatın bu mücadeleyi yine ve yeni bir materyalizm-realizm cephesinden sürdürebileceğini ileri sürüyor. Bu mücadelenin öncüsü olarak 1848 ayaklanmalarının ve 1871 Paris Komünü’nün ressamı Gustave Courbet’yi tarif ediyor. Bourriaud’a göre Courbet, sanattan hakikatin ve devrimci fikrin tasvirini talep eden Proudhon’un idealizmine karşı devrimci sanatın temel amacının hâkim ideolojinin, dolayısıyla idealizminin reddi olduğunu düşünüyordu. Dolayısıyla, Courbet’nin gerçekçiliğinin kaynağı gerçeğe benzeyen resimler yapmasında veya taş kıran işçileri çizmesinde değil, hâkim ideolojinin sanattan beklediği idealleri yıkmasında yatmakta. Bourriaud’nun bu iddiasına dayanak yaptığı resimlerden biri Courbet’nin Dünyanın Kökeni adlı tablosu. Bu tabloda Courbet klasik sanatın idealize ettiği çıplak figürünün karşısına hiçbir hikâyelemeye başvurmadan somut bir gerçek koyuyor: Bir vajina.

Bourriaud Courbet’nin tavrının Althusser’in materyalizm tanımını öncelediğini düşünüyor. Althusser materyalizmi “hikâye anlatmamak” olarak tarif etmişti, çünkü hikâye anlatmak eninde sonunda yeni bir illüzyon oluşturmak anlamına gelmekteydi.[2]Bourriaud’nun tesadüf materyalizmi (aleatorymaterialism) adını verdiği bu yaklaşıma göre şans, tesadüf ve tekilliğe yapılan vurgu hâkim ideolojinin mevcut düzenin kaçınılmazlığına karşı bir direniş noktası oluşturuyor: “Eyleme geçebilmek için gerçeği bir boşluk olarak görmek gerekir. Bütün siyasi eylemler burada, bu ölü alanda başlar.”[3]Marx buna ne derdi bilemiyorum ancak, özgürlüğe ancak zorun ve zorunluluğun analiziyle ulaşılabileceğini vaaz etmiş diyalektik düşüncenin siyasi eylemi bir boşlukta tasavvur etmesine pek inanasım gelmiyor. Başka bir ifadeyle, Bourriaud Marx’ın (ve Benjamin’in) materyalizmini diyalektik ve tarihsellikten arındırarak ilerlemeye çalışıyor. Belki de Althusser’in soyut yapısalcılığına sığınmasının nedeni de bu. Nitekim,Bourriaud Althusser’in (ve daha genel bir düzlemde Batı Marksizminin) gözden düşmesini Fransız Komünist Partisi’nin (ve diğer Batı Avrupa KP’lerinin) tarihi-siyasi iflası değil de karısını öldürmesi bağlamında değerlendiriyor.

Ne Althusser’in gözden düşüşü karısını boğmasıyla (keşke öyle olsaydı!), ne de mevcut kapitalizm tesadüflerle açıklanamaz. Devrimci sanat hâkim ideolojinin mevcut düzenin kaçınılmazlığı iddiasını çürütmek için ancak bu ideolojinin maddi temellerini (yani kapitalizmin zora ve zorbalığa zorunluluğunu) teşhir ederek devrimci eyleme esin kaynağı olabilir. Ressamların Courbet gibi elinde silahla karşı-devrime karşı barikat savaşına girmediği bir dönemde Bourriaud’nun siyasi eyleminin de Nasreddin Hoca’nın “Ya tutarsa” fıkrasına dönmesi bir tesadüf olmasa gerek:

“Ancak tüm eylem boşunaysa, imparatorluk her tür başkaldırıyla başa çıkabiliyorsa, ve hiçbir şey mevcut düzeni değiştiremiyorsa, onu şimdi ve burada dönüştürmek için eyleme geçmek daha da acil hale geliyor.”[4]

Bu tavır umutsuz bir romantizm değilse nedir? Lenin votkaları, Che tişörtleri gibi geçmişin radikalizmini (Courbet, Marx, Althusser, Benjamin, Bataille) bugünün piyasasına sürmek olabilir mi? Tarihsellikten arındırılmış bir materyalizmin, teşhir gücünden arındırılmış bir realizmin eninde sonunda “dişleri çekilmiş bir postmodernizm”den farkı nedir? [5] Nitekim,Bourriaud günümüzde realizmin aslında nominalizm olduğunu öne sürerek felsefe tarihçilerini hayrete düşürecek bir terkibe varıyor:

“Courbet’deOrozco’ya … sanatta realist akım …tekil olanın, istisnaî olanın hâkim olduğu nominalist bir görüşü dile getirmiştir.”[6]

Kavramların gerçeğe denkliğini savunan realizmle, kavramların sadece düşüncelere denkliğini savunan nominalizmi eşitlemek –eğer cahillik değilse– nominalizmin realizmi işgali anlamına geliyor. Postmodernizmin ölümünü ilan eden post-postmodern küratörümüzün gerçeği bir boşluk –bir laboratuvar vakumu– olarak algılamasına şaşmamalı. Nitekim,Althusser’in tersine “Anlatılan senin hikâyendir” diyen Marx’ın hikâyeciliğine–1848 ertesinde “hemen ve şimdi”Almanya’da parti kurmak, eyleme geçmek yerine saatlerce, günlerce, haftalarca, aylarca British Library’de sabırla veri toplayan Marx’ın realizmine– yöneldiğimizde işler değişiyor.

HİKÂYENİN İNTİKAMI: GERİ-DÖNÜŞSÜZ KAYIPLAR

Bir bienalin gerçekleştiği şehrin tümünü kapsaması, küresel hafızayı yerel hafızayla ilişkilendirmesini beklemek makul bir talep sanırım. Bu bağlamda, İstanbul Bienali’nin es geçtiği dört hikâyeyi dile getirmek istiyorum:

28 Nisan 1993’te Ümraniye Hekimbaşı’ndaki çöp depolama alanı sıkışan metan gazı sebebiyle infilak etti. Lav misali püsküren çöp, Kazım Karabekir Mahallesi’nde dere kenarındaki gecekonduları adeta gömerek 27 kişinin ölmesine, 12 kişinin kaybolmasına yol açtı. Bu kayıplara hiç ulaşılamadı. Olay sonrasında mevcut çöp alanı düzenlendi, çiçeklendirildi, spor sahaları kuruldu.

Kadıköy yakasının atıklarını taşıyan Kurbağalıdere 8 Haziran 2010’da yağış nedeniyle taştığında Ataşehir Belediyesi’nin taşeron işçisi olarak çalışan Mevlüt Macit vatandaşları uyarmaya çalışırken dereye düşerek kayboldu. 2012 yılında bulunan bir ayakkabı ve bir kemik parçasının Macit’e ait olduğu DNA testiyle tespit edildi. Ancak yıllar süren davada mahkeme olayda kusurun yüzde 40’ının taşeron Altaş Temizlik A.Ş.’de, yüzde 30’unun asıl işveren Ataşehir Belediyesi’nde ve yüzde 30’unun derenin ıslahından sorumlu İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde olduğuna karar verdi. Lakin kusurlu bulunan taraflarınitirazı üzerine 2017’de Yargıtay, birinci derece mahkemenin hükmettiği tazminatı fazla bularak, dosyayı tekrar alt mahkemeye iade etti. Ellerindeki kemik cesedin üçte birine denk gelmediği için mezar yeri verilmeyen aile, işçinin kimsesizler mezarlığına gömülmemesi için Hekimbaşı’ndaki mezarlıktan borçla yer aldı. Borç yüzünden evlerine haciz geldi. 2017’deki röportajlarında aile parasızlıktan hala mezar yaptıramadığını ifade ediyordu. Bu röportajda ölen işçinin kronik ITP hastası kızı Hande Nur Macit rüyalarında babasını gördüğünü söylüyordu.[7]

Haziran 2013’te İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi’nde lağım basması üzerine temizlik yapmaya zorlanan taşeron işçi Zafer Açıkgözoğluhastalandı ve karaciğer yetmezliğinden hayatını yitirdi. Kamuoyuna son mektubunda şöyle sesleniyordu Açıkgözoğlu:

“Biliyorum arkamdan iki gün ağlayıp üçüncü gün unutacaksınız. Hayatınıza hiçbir şey olmamış gibi devam edeceksiniz. Benden önce her sene ölen 1500 işçi gibi. Soma’daölen 301 madenişçisigibi.”[8]

Mesele basitçe Bienal’de sergilenen işlerin bu hikâyeleri neden konu edinmediği değil, mesele hikâyenin realizm adına dışlandığı bir küratoryel pratiğin İstanbul’un çöp gerçekliğinden ne kadar uzak düşebildiğinde. Hâkim ideoloji hikâye anlatıyor diye hikâyeden vazgeçmenin sonucunu göstermesi açısından Bourriaud’nun diliyle bu “tekil” hikâyelerin, “tesadüfî”olayların dile getirilmesi önemli.

Devletekabirinin“münferit (tekil) vakalar”söyleminin ötesine geçeceksek Bourriaud’nuntesadüf materyalizmininötesinde münferit kazaların kapitalizmin işleyişiyle ilişkilendiren diyalektik bir materyalizme ihtiyaç var. Bu anlamda Bourriaud’yu tüketim ve gösteri mekanizmalarını bozmaya çalışan Durumculuğun (Situationism) depolitize olmuş bir örneği olarak eleştiren OwenHatherley önemli bir noktaya işaret ediyor: Benjamin’in Üretici Olarak Sanatçı ve Sanat Ürünü adlı denemelerinde dile getirdiği “tefekkür olarak sanat” eleştirisi Bourriaud’nun yaklaşımıyla keskin bir zıtlık oluşturuyor: Bu sonuncusu galeri veya müzeyi armut koltuklar ve yastıklarla donatırken, Benjamin’in cevabı böyle mekanlardanve onlarla beraber sanatçı, sanat hamisi, düşünen burjuva ve kuşkusuz küratörden tamamen kurtulmaktı. Benjamin’in düşüncesinin bu yönü Bourriaud için tamamen faydasız. Bunun nedeni açık –Benjamin sanat üretimi ve tüketimini inceliyor. Her iki terim de Bourriaud’nun çalışmasında tamamen noksan. Bu açıdanHatherley’inBourriaud’nun önceki kitabı için yaptığı eleştirinin İstanbul Bienali’nde de tamamen geçerli olduğunu düşünüyorum: “Emekliye ayrılmış silah tüccarları ve rakip oligarkların oyun bahçesi olan güncel sanatın bir şekilde kar sisteminin dışında olduğu izlenimini yaratıyor”.[9]Bu yaklaşımın ne kadar realist olduğunu okurun yargısına bırakıyorum.

Dipnotlar

[1]NicholasBourriaud, TheExform, Erik Butler (çev), Londra, Verso, ss. 16-17. [Sayfa numarları elektronik kitap sayfalarına tekabül ediyor, SB]

[2]Bourriaud, TheExform, s. 76.

[3]Bourriaud, TheExform, s. 113.

[4]Bourriaud, TheExform, ss. 113-114.

[5]OwenHatherley, “Post-Postmodernism,” New LeftReview 59, Eylül-Ekim 2009, s.160.

[6]Bourriaud, TheExform, ss. 251-252.

[7] Yalçın Bel, “Kahraman işçinin ailesi çaresiz kaldı”, Sözcü, 22 Eylül 2017, https://www.sozcu.com.tr/2017/gundem/kahraman-iscinin-ailesi-caresiz-kaldi-2021685.

[8]“Karaciğer yetmezliğinden ölen taşeron işçi kader arkadaşlarına mektup yazmış: Ekmek buldum diye sevinirken canımdan oldum”, Diken, 25 Ağustos 2014, http://www.diken.com.tr/vefat-eden-taseron-isciden-mektup-var-ekmek-buldum-diye-sevinirken-canimdan-oldum.

[9]OwenHatherley, “Post-Postmodernism,” New LeftReview 59, Eylül-Ekim 2009, ss. 157-158.

Bu yazı ilk olarak Yeni E'nin Ekim sayısında yayınlanmıştır.