Immanuel Wallerstein, Bildiğimiz Dünyanın Sonu adlı kitabını ilk olarak 1999 yılında yayımlamıştı. 2000 yılında Metis Yayınlarınca Tuncay Birkan tarafından Türkçeye çevrildi. Ümit Kıvanç’ın Henry Kissenger’ın 2018’de verdiği mülakatı değerlendiren dünkü Gazete Duvar yazısını okuduğumda, bugüne ilişkin deneyimlerimizi kuşatacak biçimde, “bildiğimiz dünya”nın sınırlarını nerede çizmek gerektiği sorusunun gözlerimizi kamaştıran toz bulutunun arkasında kaybolduğu duygusu bir kez daha içime yerleşti. Wallerstein’in ilhamını Braudel’nden aldığı zaman kavrayışının içinde toz olarak değerlendirdiği bütün o olaylar karmaşasının ağırlığını görmezden gelmek mümkün değil. Toz bulutu, insanların üzerine çökmüş durumda. Türkiye ile sınırlı değil bu, Türkiye’nin de bir siyasal birim olarak dahil olduğu dünya sistemi olağan niteliğini yitirdi. Sistemik değişimlerin çok uzun zamandır yaşandığını biliyoruz, her şey, hiçbir şeyin değişmemesi (di Lampedusa ilkesinden daha önce bahsetmiştim) için egemen sınıflar tarafından uzun zamandır dönüştürülüyor. Bildiğimiz dünyayı belki de unuttuk bile.
“Bildiğimiz dünya” ifadesi ile salgın ve karantina sürecinin öncesindeki yaşamımıza dönmek bağlamında yeni bir anlam kazanan “normale dönmek” arasında, çok farklı zamansal kavrayışların ürünü olsa da ilk anda ister istemez bir bağ kuruyoruz. Bizleri olağanüstü bir durumla, yaşamlarımızı korumak için neredeyse tüm yurttaşlık haklarımızın kısıtlanabilir hale gelmesiyle baş başa bırakan bir salgını arkamızda bırakarak eski hayatımıza dönmek fikri, insanların arzularını öylesine besliyor ki bu bağdan daha doğal ne olabilir? Fakat bu yeni toz bulutu içinde salgının hemen öncesinde varlığını koruyan ve çok uzun zamandır sorulan bir soruyu, Türkiye normale ne zaman dönecek sorusunu unutmuş durumdayız. Sahi hangi normale dönecektik o zaman, salgından önce yani?
TÜRKİYE'NİN BİLDİĞİMİZ NORMALİ NEYDİ?
Toplumun çok geniş kesimleri modern İslamcı siyasetten yakından tanıdığımız ve aslında tüm modern muhafazakar-gerici siyasetlerin kökeninde yer alan bir dönüş mitine bağlanmaya yatkın durumda. Bugünlerin üzerimize bir toz bulutu gibi çöken yıldırıcı baskısı, eski güzel günlere dönük bir miti siyasal arzuların göbeğine yerleştirdi. Karantina öncesi varlığını derinden hissettiren iktisadi kriz, onu da arkasına alan bir diktatörleşme süreci, yaklaşık on yıldır adım adım inşa edilen anayasasız bir rejimin oluşması hep olağanüstülük ile kol kola gitti. Darbe girişimi öncesi sokağa çıkma yasaklarında ilan edilmemiş bir olağanüstü hal, sonrasında ilan edilmiş olağanüstü hal ardından ilana gerek duyulmayan olağanlaştırılmış bir olağanüstü yönetim biçimi…
Salgın sonrası, salgın sırasındaki hukukun biçimsel zorunluluklarının askıya alınma formunun iktidarın sıradanlaşmış olağanüstü haline yeni taktikler öğrettiği açık. Hatta başka ülkelere de. İktidarın bu taktikleri diğer devletlere ihraç edeceğine ilişkin bir öngörüyü ciddi olarak dikkate almalıyız, kimilerini başkalarından nasıl ithal ediyorsa. Bahadır Özgür’ün MÜSİAD ve TÜSİAD yönetimlerinin tedarik zincirlerinin yönü konusundaki görüşlerini değerlendirdiği yazısında iktidar blokunun sermaye kanadının dünya sistemi içinde iktisadi olarak nerede konumlanacağı ile siyasal kanadının emeği ve toplumsal muhalefeti nasıl bastıracağını birlikte düşünmek gerek.
ESKİ GÜZEL GÜNLER GERİ GELİR Mİ?
Eski güzel günler mitinin siyasal arzuların göbeğine yerleşmesi, her şeyi değiştirerek hiçbir şeyi değiştirmemeyi arzulayan egemen sınıfların en çok tercih edeceği şey. Zaten bunu açıkça kullanıyorlar da. Türkiye’de İslamcı rejimin bütün referansları ne zaman olduğunu, tam olarak ne olduğunu bilmediğimiz “o eski görkemli günler” üzerine kurulu. Ülkeyi ateşten ateşe, maceradan maceraya sürükleyip, yurttaşları tüm haklarından soyacak bir olağanüstülüğü bir insan ömrü için uzun sayılabilecek yıllar boyunca dayatırken hep o eski güzel günler miti devrede oldu. Cumhuriyetin bir parantez olduğu söylemi ne kadar bu miti kullandıysa, yeni Osmanlıcılık evreninin kitlelerin siyasal arzularındaki karşılığı bu oldu.
Aslına bakarsanız, Türkiye’de yirmili yaşlarında olan öğrenci, çalışan ve işsiz kitlelerin bildiği bir dünya yok, bir iki kuşak sonrasının hatırladığı dünyanın da artık geri gelmeyeceği açık. Başlıktaki soru sanırım burada daha da belirginleşiyor: Bildiğimiz dünyayı aramaktan vazgeçmeli miyiz? Yanıtı çok zor, çünkü bildiğimiz dünyanın kurum ve figürlerinin hayaletlerinin asla peşimizi bırakmayacağını siyasal-etik özneler olarak biliyoruz. Ama bir şeyi daha biliyoruz. Örneğin parlamenter sistem ile kurumsallaşan temsili demokrasi, hatırlayanların hatırladığı haliyle geleceğin kurumu olmayacak. Temsili sistem içinde kurumlaşmış parti, sendika gibi örgütsel formlar için de benzer şeyleri düşünüyorum. Elbette görkemli mücadelelerin ürünü ya da öznesi olan kurum ve figürlerin görkemli hayaletlerinin geleceğe ilişkin düşünce ve eyleme musallat olması, bunun farkında olduğumuz müddetçe, geleceği şekillendirecek sert mücadeleler için yararlı da olacak.