Fritjof Capra, doktorasını teorik fizik üzerine yapmış bir fizikçidir. Parçacık fizikçisi ve sistem teorisyeni olarak, kariyer yaşamını Paris Üniversitesi, Londra Imperial Koleji gibi prestijli eğitim kurumlarında sürdürmüştür. “Fiziğin Tao’su” isimli kitabın yazarı olan Capra, yaşayan bilgeler arasında anılır. Kitabının amacı olarak, basit ancak anlaşılması çok güç bir hedef koyar: Bilimin prestijini artırmak. Kitabın ABD’de en çok satanlar listesine girip, yirmiden fazla dile çevrildiğini düşünürsek, bu amacı kavramaya çalışmak bir sorumluluk haline gelir. O dönemde batı tinselliği, mekanistik her türlü düşünceye bayrak açmıştır; klasik fiziğe dayalı bilim anlayışının, indirgemeci bir yaklaşım içinde olması eleştirilmektedir. Yazara göre, toplumun huzursuzluğu, bilim ile bilgeliğin uyum içinde var olduğu gösterilerek, yalıtılmış bireysel algıdan kurtularak aşılabilir.
Gündelik yaşantımız bize, biz ve dış dünya olarak algıladığımız, eminlik içinde yaşamımıza devam edebileceğimiz bir ortam sunar. Bir tarafta nesneler yığını, diğer tarafta algılayan ben. Oysa, modern fiziğin öne çıkan iki alanı olan izafiyet kuramı ve kuantum, içinde yaşadığımız alanın, ne derece gerçeklik olarak adlandırılabileceğini sorgulamamıza neden olmuştur. Fiziğin bu iki alanı, gerçekliğin farklı olduğunu, dışarıda nesne olarak konumlanan her şeyin, atom altı seviyede birbiri ile, bizimle, birbirimizle bağımlı var olduğunu ortaya koymuştur. Sonuçta, bedenimizin, kalemin, filin tırnağının, pelikanın tüyünün yalnızca yoğunlaşmış enerji alanları olduğu gösterilmiştir. Orada duran bir bardak ve benim bedenim olarak algıladığım fotoğraf karesi, atomaltı düzeyde hiç de birbirinden yalıtılmış görünmemekte, hatta bu birlikteliğin bir örgünlük olduğunu göstermektedir.
Atom fiziği, gözlemcinin soyutlanmış olarak gözlemden ayrı bir şekilde var olamadığını da göstermiştir. Gözlemci, bilincin eşlik ettiği her durumda, aynı zamanda gözlenendir ve bu durumda bir katılımcıdır. Bu durumu, ışığın hem parçacık hem de dalgacık olarak, yani iki farklı biçimde davranış özelliğinde olduğunu unutmadan düşünmek gerek. İzafiyet kuramı ile de zaman ile uzayın birbirinden bağımsız var olamadıkları gösterildi. Sıkça değindiğim hologram evren konusundaki son bulguları da düşünürsek; bilimin, evrendeki birlik ve bütünlüğü önümüze serdiğini “idrak” ederiz.
Capra deneyimlediği iki farklı aydınlanmadan söz eder. İkincisi, kendisinin bütün varlığıyla, kozmik bütünlüğe dahil olduğu bir deneyimdir. İlkini ise kitaptan alıntılayayım: “Eğitimimin ilk başlarında akademik çevrede oluşan «düşünsel atmosferde» aklın nasıl da özgürce hareket edebildiğini görmüş, sezgisel ve bütünsel alanın nasıl kendiliğinden oluştuğunu farketmiş ve bilincimin derinliklerini keşfedebilmiştim. Düşünsel atmosfer çerçevesindeki ilk önemli tecrübemi, yıllar içinde gelişen derin düşünceler sonucu elde edebilmiştim. Bu tecrübe benim için o kadar olağanüstüydü ki, yaratmış olduğu etkiyle gözyaşlarımı tutamamış ve ağlamaya başlamıştım.”
İlk deneyim, Varlığın Birliğinin, aklen kavranması; ikincisi ise bizatihi bir kavrayıştır. Bireyin doğa ile içinde yaşadığı toplum ile uyum içinde yaşaması bilim ile bilgeliğin ilişkilendirilmesini gerektirir. Birey çevresine ve kendisine yabancılaşmıştır. Akılcı bilgi; böler, ayrıştırır, ölçer, sınıflandırır. Böylece, önümüze parçalanmış, yalıtılmış, bütünlük içinde taşınan anlamından arındırılmış bir dünya serilmiştir; “karşılıklı varoluş” olmaksızın devam edebilen bir dünya değildir. Bu statik anlayış, aklın “ya” “ya da” basamağıdır. Dogmatik tutumlu bilim insanları bu basamağa takıldıkları için, bilimi savunmak gereği duyarlar. Oysa, dizge bir öncekini kapsayarak ortadan kaldırır. Klasik bilim görevini tamamlamış, insanlığa muazzam bir kapı açmakta öncül görev yapmış, sağlam bir alt yapı olarak kendini sunmuştur.
Klasik fizikte değişmez, sert kabul edilen nesneler, kuantum kuramı ile olasılıklar, hatta nesnelerin karşılıklı etkileşimlerinin olasılıkları olarak karşımıza çıkmaktadır. Sonuç nettir: Evren, her şeyin birbiri ile ilişkide olduğu bir ilişkiler bütünüdür. Ülkemizde bilim algısı henüz klasik fizik aşamasındadır. Bilimin, bütünselliğin bir parçası olduğunu dile getirmek; bilimsel aklın, aklın yükseldiği alanda yalnızca bir uğrak olduğundan söz etmek dogmatik tepkilere neden olmaktadır. Bilime saldırıldığı sanrısı devreye girince, tartışmalar “bol ünvanlı” maskeler altında yapılan duygu alışverişleri haline gelmektedir.
Değil sıradan vatandaşın, çok değerli akademisyenlerimizin bile bu ortodoks kabuğu kıramamasındaki en büyük etken, diyalektiğin kavranamamasıdır diye düşünüyorum. Diyalektik, eğitimli bireyin hızla anladığı, ancak kavranabilmesı için çok katmanlı bilinç basamaklarından geçişi gerektiren bir olgudur; çözüldüğü yerde adı artık kurguldur. Bu bakımdan “idrak”, bireyde öncelikle değişimi, sonra dönüşümü müjdeleyen bir sözcüktür. Yakın dönemde yaşamış, BBC’nin kendisiyle söyleşi yaptığı büyük bilge İsmail Emre, insanın bir idrak varlığı olduğuna sıkça değinir. Hatta günümüz insanının, nasıl olup da
binek üzerinde bir mirâca inanabildiğini sorgular ve mirâcın aslında bir “idrak mirâcı” olduğunu vurgular.
Tarih boyunca bilgiye ulaşmanın iki yolundan söz edilmiştir. Bunlar hepimizde içkin olan iki kutuptur: Akıl yolu ile elde edilen ve sezgi ile elde edilen bilgi. Değinilen sezgi duyusal sezgi değil, ussal sezgidir.
Fizikçinin de mistiğin de yönteminin ampirik (deneye dayalı) olduğunu; ilkinin içsel gözlemlere dayalı deneyimler, ikincisinin ise dışsal gözlem ve deneyimden hareket ettiğini ifade eden Capra bu aşamada çok önemli bir hususa değinir: “
“Modern atom-altı fiziği ile ilgili herhangi bir deney yapmak veya bir deneyi tekrarlamak isteyen bir kişinin, yıllar süren yoğun bir eğitimden geçmesi gerekmektedir. Ancak böyle yorucu bir eğitimi aldıktan sonradır ki, bu kişi doğaya deney aracılığı ile belirli bir soru yöneltebilme ve doğanın bu soruya verdiği cevabı anlayabilme düzeyine erişebilmektedir. Derin bir mistik tecrübeye ulaşabilmek için de, buna benzer bir biçimde, uzun yıllar süren ve yapılması için yetenekli bir öğretmen gerektiren bir eğitimden geçmek gerekmektedir. Ayrıca, aynen bilimsel eğilimde olduğu gibi, harcanmış olan emek ve zaman, başarıyı garanti edecek bir etken olmaktan çok uzaktır. Ama buna rağmen öğrenci başarılı olduğu takdirde, «deneyi tekrarlayabilecek» bir duruma gelmiş olacaktır. Çünkü aslında deneyin (yani mistik tecrübenin) tekrarlanabilir olması, bütün mistik eğitimlerin temelini ve spiritüel uğraşının asıl hedefini oluşturmaktadır.”
Heisenberg, gözlemlediğimiz şeyin doğanın kendisinin olmadığını; doğanın yalnızca, yönelttiğimiz soruya verdiği yanıt olduğunu ifade etmiştir. Ona göre kutuplar temas etmelidir: “Bence, insanlığın düşünce tarihine bakıldığında, en verimli sonuçların, iki farklı düşünce sisteminin birbirleriyle temas ettikleri yerlerde ortaya çıktıkları fiıkri gerçekten de doğrudur. Bu sistemler, köklerini insan kültürünün çok çeşitli ve değişik biçimlerine, değişik zamanlarına ya da değişik dinsel geleneklerine salmış olabilirler. Ancak buna rağmen birbirleriyle temasa geçtiklerinde, yani gerçek bir etkileşim ortaya çıktığında, yeni ve ilginç gelişmelerin de bunun takipçisi olacağını ümit edebiliriz.”
Sözünü ettiği ümit, üniversiteli genç Fritjof’un, aklın özgürce hareket edebildiğini, sezgisel ve bütünsel alanın nasıl da kendiliğinden oluşuverdiğini kavradığı anda, yanaklarından süzülen gözyaşlarındadır.
Kitabın yanı sıra şu yazıyı okumanızı öneririm Metin Bobaroğlu, Tao