Bilgi ve inancın kısa tarihi: Fala inanmayın ama falsız kalmayın!...

Fal, büyü, tılsım ile çıkılan yolda varılan noktanın bilgi ve inançla ilgili olması şaşırtıcı olmamalıdır. Zira bu uygulamaların hepsi inanç ya da daha doğru söylenişiyle iman ile ilgilidir.

Abone ol

Ahmet Uhri*

Konu fal, büyü, tılsım vs. olunca aklıma ilk gelen başlık bu oldu. Çoğu zaman bir deyim olarak kullanılsa da en güzel kullanımlarından biri Özdemir Erdoğan’ın şarkısındadır. “Fala inanmayın ama falsız kalmayın/Gününüzü yaşayın yarını unutmayın/İşin sırrı dengede/Bazen bozulursa da/Sağlık olsun/Siz bozulmayın…” Anımsadığım kadarıyla böyle bir şarkıydı. Evet, inanmayın ama onsuz da kalmayın. İnsanın açmazlarından biri bu, hani çocukların bir yaştan sonra Noel Baba’nın varlığına inanmamaları ama yine de gelecek armağanı beklemeleri gibi. Yunan Mitolojisi üzerine çalışan Paul Veyne yanlış anımsamıyorsam bu benzetmeyi Yunan Mitolojisi üzerine yazdığı Yunanlılar Mitlerine İnanmışlar mıydı? Adındaki kitabında kullanmıştı, Eski Yunan’da mitolojiyi ve dini açıklarken. Bir diğer deyişle inanmıyorlar ama sanki inanıyorlar. Aynen bir çocuğun Noel Baba’nın varlığına inandığı gibi.

Yazının bu kısmına kadar gelen okuyucular halen bir gastronomi tarihi yazısı bekliyorlarsa bu kez hayal kırıklığına uğrayacaklar. Zira bitkilerin, hayvanların ya da insan için gıda maddesi olabilecek hemen her şeyin tarihini yazmak üzere Arkeo-Duvar’da başlayan yazı maceramın bu evresinde kendimi kısıtlamayıp ve editörümün hoşgörüsüne sığınarak konu dışına çıkıp bilgi ve inanç üzerine yazmak istedim.

Bu kısa açıklamadan sonra konuya dönecek olursak bilginin, konu bağlamında ve daha dar anlamda fal, büyü ve tılsımla olan ilişkisi esas olarak inançla olan ilişkidir. Zaten işin esası da bu inanma ve inanmama olgusunda başlıyor ve orada bitiyor. İnanmak ve inanmamak aslında düşünsel olarak bilgi ve inanç ikiliği üzerine kurulu gibi gözükmekte ve bu nedenle bu yazıda eski çağlardaki fal, büyü, tılsım gibi uygulamaları anlatmak yerine onları ortaya çıkaran ortamı yani bilgi ve inancı sorgulayacağım.

İNANCIN TANIMI

İki kavram, bilgi ve inanç; esasında birbiriyle uzlaşmaz. Uzlaştığındaysa ne bilgi bilgidir ne de inanç inançtır artık. Bu iddialı söylemin tarihsel olarak açılımını yapmadan önce bilgi ve inanç kavramlarını açıklamak yerinde olacaktır. Baştan belirtmekte yarar var, buradaki açıklamalar sistematik bilgi ve sistematik inanç için geçerlidir.

Önce bilgiden başlayalım. İnsanlığın toplumsal emeğiyle ortaya çıkardığı ve nesnel dünyanın yasalı ilişkilerinin düşünceyle yeniden üretimi bilginin en basit, gerçek ve algılanabilir tanımıdır. Elbette değişik felsefi akımlarda bilgi değişik şekillerde tanımlanabilir ancak bu tanımlar kendi içlerinde tutarlı olmakla birlikte bilgiyi tek yanlı olarak tanımlar. Hatta mantık, felsefe, psikoloji, antropoloji gibi değişik sosyal bilim dalları açısından daha da değişik tanımlar yapılabilir. Bu çalışmada tarihsel bir süreç içinde yaklaşık üç milyon yıllık insan evrimi çerçevesinde bilgiyi nesnel dünyayla ilgili ve fizik yasalar çerçevesinde tanımlanabilmiş olguların insan aklıyla algılanması ve bir diğer insan tekine aktarılması olarak tanımlayacağım. Bir diğer deyişle seküler hayatın içinde kalarak yapılan bir tanımla konuyu sınırlandıracağım. Ayrıca bilginin öğrenilmesi, aktarılması, her aktarımı ve alımlanmasında tekrar ve tekrar üretildiği gerçeğini göz önünde bulundurmak gerekliliğine de vurgu yapacağım. Bu çerçeve içinde kalmak kaydıyla inancın tanımını da yaparak her iki kavramı karşılaştırmak istiyorum.

Hemen en başta söylemek gerekir ki bu yazı içinde inançla kast edilen esas olarak iman sözcüğüyle açıklanabilecek olgudur. Kısacası inanç bu çalışma içinde sekülarizmle hiç ilgisi olmayan, tamamen dinsel çerçeve içinde tanımlanacaktır ki fal, büyü, tılsım gibi şeyler de esas olarak imanın bir parçasıdır. Bir diğer deyişle ve en yalın tanımıyla, insan usuna ne kadar aykırı olursa olsun tartışılamaz dogmalar imanın temelidir. Bütün dinlerin baş koşuludur ve ne olursa olsun üzerine tartışma yapılamayacak hakikatler olarak görülürler. Emniyet, sadakat ya da güvenilirlik anlamına gelen ve izi Aramice’ye kadar sürülebilen ve Arapça if-al veznindeki amn sözcüğünden köken alan iman; âmin, amen, emanet, emin gibi değişik kullanımlarıyla günlük dil içinde yer almaktadır. Batı dillerindeyse aynı anlama gelen ve köken olarak yine güven, sadakat ve emniyetten köken alan İngilizce faith ve Almanca glaube gibi sözcüklerle karşılanır.

TANRI, BİLGİ VE İNANÇ

Sözcüğün, tarihsel köken olarak en eski Semitik dil olan Akkadca ve sonrasında Asurcada bulunmuyor olup sonrasında ortaya çıkacak ve Hıristiyanlığın ilk dili olan Aramice ve Yahudiliğin ilk dili olan İbranice’de kayıtsız ve şartsız, tartışılmaz ve kesin olarak inanmayı tanımlar biçimde ortaya çıkması son derece düşündürücüdür. Örnek verecek olursak, insan aklına ne kadar saçma gelse de Meryem’in tanrısal bir solukla İsa’ya hamile kalması ve dolayısıyla İsa’nın tanrının oğlu olduğuna inanmak veya Musa’nın yanan çalıyla konuşması gibi akla uymayan ancak gönülle kabul edilen her olgu imanın temelini oluşturur. Kısacası akılla değil yürekle yani kalple iman ve dille ikrar imanın temelini oluşturur. Bu nedenle içinde akıl olmayan bir olgudur iman veya inanç. Bu haliyle de aklın algılarıyla oluşturduğu bilgiyle hiçbir ilgisi yoktur.

Tarihsel süreç içinde konuya yaklaştığımızda Mezopotamya, Mısır ve Eski Yunan’dan köken alan üç unsuru kronolojik olarak tanrı, bilgi ve inanç olarak sıralamak olasıdır. Bunların başında kökeni en eskiye giden tanrı kavramı gelir. Elbette burada tanrıyla anlatmak istediğim tek tanrı kavramı. Yoksa günümüzden on iki ya da on dört bin yıl önce Göbeklitepe ve benzeri Yukarı Mezopotamya kültürlerinde ortaya çıkan sonrasında Sümer, Asur, Babil, Eski Mısır ve Yunan’da görülen doğacı, panteist inançların tanrıları değil. Burada hemen belirtmeliyim ki Mısır’da ortaya çıkan ilk tek tanrı kavramı olan Aton’dan türeyen tanrı da sistematik olmadığı için konu dışıdır. Bununla birlikte bu ilk tek tanrı kavramını Mısır’da gören ve onu on emir ve benzeri kurallar bütünüyle sistematize eden Musa ile başlayan yeni inanç biçiminin icat ettiği tanrı ilk tek tanrıdır denilebilir. Dolayısıyla tek tanrıyı bir kurallar bütünü içinde sistematize eden, tanımlayan ve icat eden Yahudiliktir.

Sırada kronolojik olarak ikinci sırada yer alan ve Eski Yunanla tartışılmaz biçimde ilişkili olan bilgi kavramı var. Zira Yunan düşüncesiyle birlikte tarihte ilk kez akılcı düşüncenin, gerçek anlamda akılcı düşüncenin ortaya çıkışına tanık olunmaktadır. Bruno Snell, The Discovery of the Mind adlı yapıtında Yunan düşüncesinin insanlık tarihine en büyük katkısının “zihnin keşfedilişi” olduğunu söyler ki eserinin adında da zaten bu açık biçimde görülmektedir. Snell’in ifadesiyle Yunan’da akıl öncesi, efsanevi ya da mitik ve insan biçimci yani antropomorfik anlayışlarla; salt akılcı yani rasyonel bir dünya görüşü arasındaki ayrım ilk defa ortaya çıkmış ve insan düşüncesinin vazgeçilmez kazancı haline gelmiştir. Bu dünya görüşünün ortaya çıkmasına en büyük katkıyı da hiç şüphesiz Yunan felsefesi yapmıştır.


TANRILARIN KARARLARI...

Burada aklınıza gelebilecek bazı noktaları açıklamak için konuya ara vererek, mit, antropomorfizm ve bilginin sistematizasyonu üzerinde duracağım. Aklınıza gelen ilk sorulardan biri Mezopotamya, Mısır ve Yunan’da tanrı ya da tanrılar yok muydu olabilir. Sorunun yanıtı açık, elbette var ama Yunan’da ve öncesinde anladığımız ve tanıdığımız anlamda bir iman kavramı yoktur. Tanrı ve tanrıçaların hepsi antropomorfik yani insan biçimli, kendilerine sunular yapıldığı sürece insanlarla iyi geçinen ve Musa’nın tek tanrısı gibi görünmeyen ama hissedilen ve dolayısıyla kalple iman edilen değil ete kemiğe bürünmüş tanrılardır. Bu tanrılarla yapılan da aslında doğayı, felsefe yapmayan ve bilgi üretmeyen halka anlatmak, doğada olan her şeyin nedenini mitik yani efsanevi biçimde açıklamaktan başka bir şey değildir. Bir diğer deyişle rüzgârı, gök gürültüsünü, yağmuru, doğanın klimatolojik döngüsü ve diğer her şeyi halka açıklamak için mitolojik varlıklar olan tanrılar ve onların tanrısal güçleri kullanılır. Zaten fal, büyü ve benzeri uygulamalar da geleceği bilmek ve olacak olanlardan korunmak yani tanrıların kararlarını önceden tahmin ve kötü kararlardan da korunmak için uygulanır.

Bunun yanı sıra aynı Yunan özellikle de Ege dünyasının önemli kentleri olan Atina, Ephesos, Miletos ve diğerlerinde yaşayan, birlikte yaşadığı halktan kendini ayırmış yönetici, tüccar ya da aristokratik sınıf aracılığıyla bilgiyi sistematik hale getirerek felsefe yapmakta ve doğayı bütün kurallarıyla tanımlamaya ve anlamaya çalışmaktadır. Bir diğer deyişle evren ve insan hakkında akılsal bir açıklama vermeye uğraşır. Dolayısıyla da Antik Yunan kendinden önce varolmuş ve gündelik yaşamında bilgiyi pragmatik biçimde kullanan ancak sistematik hale getiremeyen Mısır ve Mezopotamya uygarlıklarından ayrılır. Sadece verilebilecek iki örnek bile bu konuyu kanıtlamaya yeter. Her iki örnek de matematik ve geometriyle ilgilidir. Bunlardan biri Thales bağıntılarında karşılığını bulur diğeri de Pisagor teoreminde. Bu iki teorem esas olarak gündelik yaşamın örneğin bir tarlanın miras hukuku çerçevesinde paylaşılması konusunda elbette Mezopotamya ve Mısır’da kullanılmakta ancak az önce söylediğim gibi sadece gündelik hayatın getirdiği bir zorluğu aşmak için uygulanmaktadır. Bunun en iyi kanıtı da hiçbir Mezopotamya veya Mısır metninde bu iki teoremin formüle edilmiş veya formül haline getirilebilecek nitelikteki bir açıklamasının bulunmuyor oluşudur. Ayrıca Antik Yunan bilgeleri de bu türden hemen her bilgilenimi Mısır ve Mezopotamya’dan aldıklarını zaman zaman öğünerek de belirtmektedirler. Bir diğer deyişle aşağıda formülasyonu yazılı bağıntılar Antik Yunan’dan önce ne sesletilmiş ne de yazılı bağıntı haline getirilmiştir. Bunu daha birçok matematiksel işlem için de belirtmek olasıdır. Dolayısıyla bilginin sistematize hale gelmesi yani nesnel dünyanın yasalı ilişkilerinin düşünceyle yeniden üretimi ilk kez Antik Yunan’da gerçekleşmiştir. 

Tanrı ve bilgiden sonra sırada inanç var. İnsan usuna ne kadar aykırı olursa olsun tartışılamaz dogmalara inanmak olarak daha önce tanımladığım iman ya da iman anlamında kullanılan inanç ise bu konuda en akla aykırı koşulları dayatan Hıristiyanlık ile ortaya çıkmıştır. Hıristiyanlık Roma İmparatorluk çağında ortaya çıkar ancak onu hazırlayan olguların büyük bölümü daha önceki dönemlerin gelişmelerinde taban bulur. Evrensel insanlık düşüncesi, hümanizm, evrensel insan hakları, evrensel doğal hukuk, devletten veya toplumdan bağımsız bireysel insan mutluluğu, bireysel insan kurtuluşu gibi yeni ve geleceği çok parlak olacak olan bu olgular sayesinde Hıristiyanlık kendine gelişecek bir ortam bulur. Hıristiyanlık bu kavramlara özü bakımından ruhsal olan insan, özü inanma olan ruh, amacı gelecek hayat ve kurtuluş olan ahlak öğretisi, şahıs kavramı gibi ne Roma dünyasının ne de Helenistik dünyanın pek bilmediği ve ilgilenmediği yepyeni kavramlar ve değerleri ekler.

'KURTULUŞ' DİNİ

Bunu en iyi açıklayan ise yine Hıristiyanlığın kendisini bir kurtuluş dini olarak tanımlamasıdır. Temel amacı Eski Yunan’dan farklı olarak insana kendisi ve içinde yaşadığı evren hakkında bilgi vermek olmayan Hıristiyanlık, insanı kurtarmayı amaç edinmiştir. Ancak Hıristiyanlık, bu kurtuluşu sağlamak üzere yine o güne kadar hiçbir kültürde görülmediği biçimde kendisini kabul eden insanların bazı şeylere inanmalarını şart koşar. İnanılmasını istediği bu şeyler ise Hıristiyanlığın amentüsünü veya dogmatiğini oluşturur. Kurtarılacak olan da ruhtur. Kısacası Hıristiyanlık insanın ruhuna taliptir. Dolayısıyla o güne kadar görülmedik biçimde yeni bir kavram olan iman ilk kez Hıristiyanlıkla ortaya çıkar ki bunun en iyi kanıtı İsa’nın ve Hıristiyanlığın ilk dili olan Aramice’den önce iman anlamına gelen bir sözcüğün dahi bulunmamasıdır.

Yeni Ahit’i oluşturan dört İncil ve diğer kutsal metinlerde ortaya konmuş olduğu şekilde bu amentünün belli başlı unsurları şunlardır:

- Olağanüstü şartlar içinde doğmuş bir insan vardır: Bu insan İsa’dır.

- O, İsrail Peygamberleri tarafından geleceği önceden haber verilmiş olan Mesih’tir ve gerçekleştirmiş olduğu olağanüstü işlerle bunu ispat etmiştir.

- O göklerde bulunan Tanrı’nın, Baba’nın Oğlu’dur.

- İlk veya Asli Günah sonucu suçlu hale gelmiş ve düşmüş olan insanoğlunu kurtarmak, onu Tanrı ile barıştırmak için haça gerilerek ölmüştür.

- Bu olay, Tanrı’nın insana karşı duymuş olduğu özel sevgisini, lütuf ve merhametini göstermektedir.

- İsa ölümünden üç gün sonra dirilmiş ve kırk gün sonra yukarıya, Baba’sını yanına gitmiştir.

- Bütün zamanların sonunda yeniden gelecek, bütün canlıları ve ölüleri yargılayacak ve kendisine inanan kişilerle birlikte ebedi olarak göklerin krallığında hüküm sürecektir.

- İnsanı kurtaracak ve İsa’da ebedi hayata eriştirecek olan tek şey, ona ve bu misyonuna göstereceği iman olacaktır.

Hıristiyanlığın temel kuralları olarak kabul edilebilecek bu tezlerde veya inanç unsurlarında ne felsefe ne de bilgiyle ilgili fazla bir şey yoktur. Dolayısıyla bunlarla ilgili olarak insandan istenen şey de onların felsefi-akılsal olarak ele alınıp tartışılması ve anlaşılması değil, tam bir yürek saflığıyla onlara inanılması ve iman edilmesidir. Bu kurallar ya da inanç unsurları da ilk kez Hıristiyanlıkla beraber ortaya çıktığı için Hıristiyanlığın da imanı sistematize hale getirdiği söylenebilir.

Sanırım İbrahimi dinlerin üçüncüsü olan İslam ile ilgili herhangi bir yorumda bulunmadığım dikkatinizi çekmiştir. Bunun nedeni İslam’ın çıktığı dönem itibarıyla siyasal antropoloji açısından bakıldığında kabile siyasal örgütlenmesinden devlet siyasal örgütlenmesine geçişin ideolojik karşılığı olmasıdır. Peygamber Muhammed, kendinden önceki diğer iki tek tanrılı dinden de esinlenerek en tepede Allah’ın bulunduğu, onun altında her kabilenin kendisine ait bir ikincil tanrı da edindiği Arap politeizmini ve kabile örgütlenmesini sosyal, ekonomik ve politik çerçevede aşkın bir devlet örgütlenmesine gidiş yolunda reforma uğrattı. Panteon’un tepe noktasında yer alan El-İlah/Eloah veya sonradan sesletilen biçimiyle Allah’ı “Tek Bir Allah” tebliğ ederek tek tanrıcı inancını Arap Yarımadası’na yerleştirdi. Bir diğer deyişle çok kabileden tek devlete, çok tanrıdan da tek tanrıya geçiş, kabile farklılıklarının da tek tek bir Allah’a kullukta buluşan “mümin kardeşliği”nde erimesini hedefledi.

Bunun sonucuysa politik ve ideolojik anlamda ilk kez tek tanrılı bir dinin dünyevi hayatı yönetme yönünde çaba göstermiş olmasıdır. Dolayısıyla İslam bu haliyle bilgi ve inançla değil doğrudan gündelik hayat, siyaset ve devlet yönetimiyle ilgili olup insanın ruhuna talip olan Hıristiyanlık'tan ve tanrı kavramını sistematize eden Yahudilik'ten kesin bir şekilde ayrılmaktadır.

Sonuç olarak insan akıllarının bütünleşik olarak hareket etmeye başladığı yaklaşık 40.000 yıl önceden itibaren ortaya çıkmaya başlayan ruh, öteki dünya, tanrı ve din kavramları esas olarak başlangıçta ölümü, insanı, doğayı, evreni mitsel anlamda açıklamaya çalışma çabalarıydı. Bunu Yahudiliğin tek tanrıyı sistematik kurallar içinde icat etmesi ve bunu Antik Yunan’ın evreni ve insanı akılla açıklamak için başta felsefe, matematik, geometri ve sanatın değişik dallarıyla bilgi üretmesi ve kendinden önce üretilmiş bilgiyi de sistematik hale getirmesi izlemiştir. Bu olguları izleyen son olgu ise insanın ruhuna talip olan Hıristiyanlığın bunun için imanı icat edip sistematik hale getirmesidir. Bu nedenle, bilgi ve inancın birbiriyle çelişen, birbirine karşıt olgular olduğunu, bilginin yeniden ve yeniden üretimi üzerindeki en önemli engelin iman olduğunu da artık rahatlıkla belirtebilirim. Dogmalara karşı olduğunu ve her türlü dogmadan uzak bunun yanı sıra akla yakın durduğunu söyleyen her türlü ideoloji, felsefi akım, kurum ya da kuruluşun bütün bu konuları yeniden düşünmesi gereklidir.

Fal, büyü, tılsım ile çıkılan yolda varılan noktanın bilgi ve inançla ilgili olması da bu bağlamda şaşırtıcı olmamalıdır. Zira en erken çağlardan itibaren bu uygulamaların hepsi inanç ya da daha doğru söylenişiyle iman ile ilgilidir ve o dönem insanının sınırlı bilgisinin yetmediği anlarda kullanılacak bir sığınaktır.

*Dokuz Eylül Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü.