2019 yılı Ocak ayında Helsinki’de bir araya gelen ve araştırmaların fonlanması, değerlendirilmesi ve değer verilmesi konusunda çok dilliliğin önemine dikkat çekmek isteyen bir grup bilim insanı, birçok ülkede benzer bir durumun yaşandığını fark etmiş. Çünkü girişimin metninde de bahsedildiği gibi çok dilliliği desteklemek yalnızca bilimsel iletişim açısından değil, “doğru bilim iletişimi”nin sağlanması için de oldukça önemli.
İngiliz fizikçi ve matematikçi Sir Isaac Newton’un Latince yazdığı Principia Philosophiæ Naturalis Principia Mathematica’dan, bilim kadını Marie Curie’nin Fransızca yaptığı araştırmalarına dek bilim dünyasında geçmişte farklı dillerde araştırma ve yayın yapmak mümkünken, uzunca bir süredir İngilizcenin yaşamın her alanında başat dil haline gelmesi bir sır değil.
Bilimin yapılma biçimine dair birçok sorun halen dünya çapında ve Türkiye’de devam ediyor. Bilimin iletişim dilinde revizyona gitme ihtiyacı da, bu sorunların bir parçası olarak, ayrı bir tartışma konusu.
Noam Chomsky, “Dilin Mimarisi” adlı kitabında çok-dilliliğe çok güzel değinir: “15 kişiden oluşan en küçük avcı toplayıcı kabilelerde bile, farklılaşma olacaktır. İnsanlar birbirinin kopyaları değildirler ve en ufak bir farklılık durumunda bile, bir çok-dillilik türü çıkacaktır ortaya.”
Dünya çapında bilimin lingua francası (geçer dil) İngilizce olmaya devam ediyor. Peki bunun ana dili İngilizce olmayan araştırmacılar açısından doğurduğu dezavantajların yeterince farkında mıyız?
Türkiye’de İngilizcesi yeterli olmayan veya sosyal anksiyetesi / imposter sendromu yabancı dil konuşurken artan, başkalarının aksanı konusunda dalga geçeceğinden endişelenerek konusuna odaklanamayan birçok yetenekli ve başarılı araştırmacının potansiyellerini gerçekleştirememelerine yol açan ve adeta onları “devre dışı” bırakan bu durumun bilim dünyası üzerinde izdüşümleri ne olacak?
Öte yandan, yerel/bölgesel çalışmaların toplumda yayılabilmesi için dil çeşitliliğinin korunması da oldukça önemli. Dolayısıyla, tartışmanın derinliği, E=mc²’yi aşıyor.
Doğan Cüceloğlu’nın o güzel tanımıyla “doğanın dilini anlama çabası olan bilim”in dilini de anlamak üzere bir süredir sivil düzeyde önemli girişimler var. İşte, Helsinki Çok Dillilik Girişimi bu konuda atılmış oldukça önemli bir adım.
2019 yılı Ocak ayında Helsinki’de bir araya gelen ve araştırmaların fonlanması, değerlendirilmesi ve değer verilmesi konusunda çok dilliliğin önemine dikkat çekmek isteyen bir grup bilim insanı, birçok ülkede benzer bir durumun yaşandığını fark etmiş. Çünkü girişimin metninde de bahsedildiği gibi çok dilliliği desteklemek yalnızca bilimsel iletişim açısından değil, “doğru bilim iletişimi”nin sağlanması için de oldukça önemli.
Dolayısıyla bilimsel iletişimde karşılaşılan bu soruna yönelik çözüm önerilerinin de “ülkeler üstü” bir nitelik kazanması ve bilim dünyası açısından bir “uyandırma çağrısı” olması gerekiyor. Türkiye de bu girişim içerisinde yer alan araştırmacıları sayesinde oldukça aktif.
Avrupa çapında birçok bilimsel ağ, federasyon, dernek ve üniversitenin de taraf olduğu bu girişim ve hazırladıkları deklarasyon, toplumsal yarar için bilimsel konferanslarda çok-dilliliği savunurken, araştırmaların teşvik, değerlendirme ve fon sistemlerinde sırf İngilizce şartı getirmek yerine çok-dilliliğe kapı aralanmasını öneriyor.
Bu girişimde yer alan ve birçok konferansta bilimsel iletişimde çok dilliliğin önemi ve dil önyargısı konusunda sunumlar yapan Hacettepe Üniversitesi’nden Doç. Dr. Zehra Taşkın ile yaptığım görüşmede ilginç bilgilere ulaştım.
Türkiye’de akademide kariyer basamaklarında yükselmek, endeksli bilimsel dergilerde İngilizce makale yayınlamaktan ve atıf almaktan geçiyor. Yükseköğretim Kurulu, Doktoralı Genç Araştırmacılar İçin Yabancı Dilde Bilimsel Metin Yazma Programı’nı geçtiğimiz yıl Eylül ayında başlattı.
Bu programlara katılmak ve bir akademisyen olarak dilsel yetkinliği artırmak elbette önemli; ancak dünya çapında çok-dilli bir bilim dünyasının yaratılmasına yönelik son dönemdeki girişimlerde Türkiye’deki ilgili kurumların da aktif bir taraf olması ve belki de ülke içinde destekleyici adımlar atması gerekiyor.
Zira, ana dili İngilizce olmayan 1,3 milyon kişi üzerinde yapılan İngilizce yeterlilik araştırması olan Education First (EF) İngilizce Yeterlilik Endeksi’nin 111 ülkeyi içeren 2022 verilerine göre Türkiye 64’üncü sırada ve “düşük yeterlilikte” kabul ediliyor. Bu durum elbette bilim dünyasında da kendisini gösteriyor.
Bilimsel iletişimde çok dilliliğin korunması konusunda Türkiye’de ümit verici çalışmalar yapılsa da -doçentlik kriterlerinde ulusal yayın şartı gibi- bazı sorunlar halen devam ediyor.
Bu konuda iyileştirmeler yapılması önemli. Örneğin, Doç. Taşkın’a göre, dergilerin ve platformların yazarlardan veya okuyuculardan ücret talep etmediği bilimsel bir yayın modeli olan Elmas Açık Erişim’in sunduğu iyileştirmelerin bu hareketin imzacısı olan TÜBİTAK tarafından takip edilmesi ve ulusal yayının bir zorunluluktan çok yerel/bölgesel araştırmaların daha etkili bir şekilde sunulabilmesi için araştırma performans değerlendirme sistemlerince desteklenmesi gerekiyor.
“Aksi takdirde”, diyor Taşkın, “ulusal bilimsel literatür kimsenin okumadığı ve hiçbir yaraya merhem olmayan makalelerle doluyor ve bilim gerçek işlevini yerine getirememiş oluyor.”
Dolayısıyla, Helsinki Çokdillilik Girişimi’nin, bilimi “dil zorunluluğu” açısından daha geniş bir sosyal tabana yayma adımı olduğu söylenebilir.
Taşkın, Türkiye hukuk sisteminde Türkçe yayınların önemli olduğunu, ancak Almanca ve Fransızcanın da büyük yeri olduğunu söylüyor ve ekliyor:
“Ancak araştırma değerlendirme sistemlerinde öncelikli kaynak Web of Science olduğundan İngilizce yayınlara/dergilere ağırlık veriliyor ve yerel/bölgesel olarak önemli bilgiler içeren yayınlar ilgilisine ulaşamayabiliyor. Bu noktada bilimsel yayınlar yükselme için mi yoksa bilime/topluma katkı için mi yapılır sorusu yeniden gündeme geliyor.”
Öte yandan, İngilizcenin lingua franca olmasının uluslararası bilimsel camiada önemli bir etkisi daha var. Bu durum anadili İngilizce olan ülkelerde çalışan akademisyenlerin çalışmalarının çok daha kolay yayınlanmasını sağlarken, “çevre ülke” akademisyenlerinin işini oldukça zorlaştırıyor. Yani bilim dünyasında da bir tür “çifte standart” ve “ötekileştirme” riski doğmuş oluyor.
Taşkın’ın bir konuşmasında belirttiği gibi, kendi isminin ve çalıştığı ülkenin bilinmediği makale sunumlarında İngilizce seviyesine dair hemen hemen hiç eleştiri yapılmazken, “çift körleme sistemi” uygulamayan –yani dergiye yayın gönderen araştırmacının hakemi, yayını değerlendiren hakemin de yazarı bilmediği- dergilere gönderdiği makalelerde İngilizce dil hatalarına çok daha fazla yorum yapılıyor.
Bu durum, bilim insanı Tatsuya Amano’nun geçtiğimiz günlerde Helsinki Çok Dillilik Girişimi tarafından düzenlenen seminerde gündeme getirdiği ve geçen sene yaptığı bir bilimsel araştırma verilerine dayalı sunumda desteklenmiş durumda.
Amano’ya göre ana dili İngilizce olmayan konuşmacıların yarısı, sözlü bir sunum yapmaktan çekinirken, yüzde 30’u ise, dil engeli sebebiyle bir konferansa katılmamaya karar veriyor.
Ana dili İngilizce olmayanların bir sunuma hazırlanma süresi ise, ana dili İngilizce olanlara kıyasla yüzde 94 daha fazla zaman alıyor.
Ana dili İngilizce olmayan kişilerin bilimsel bir makale okumak için harcadığı zaman, normalin yüzde 91 daha fazlası iken, aynı makaleyi yazma süresi ise yarı yarıya artıyor.
Dahası, yazılan makaleleri bilimsel kurullara göndermeden önce gramer bilgisi açısından düzelten kişi ve şirketlerden alınan hizmet de oldukça maliyetli.
Yabancı dil sebebiyle bir bilimsel makalede revizyon talebi ise, 12,5 kat daha fazla olurken, bu sebeple bir makalenin reddedilme sıklığı da 2,6 kat daha fazla.
Doç. Taşkın’a göre ise çözüm yapay zekadan ve kolaylaştırıcı diğer teknolojik yeniliklerden geçiyor:
“Günümüzde makine çevirisi teknolojisinin gelişimi ve yapay zekanın bilimsel yazımda kullanılmaya başlanması ile bu eşitsizliğin giderilebileceği düşünülüyor. Tüm bu teknolojik gelişmeler bilimsel eşitsizliğin giderilmesini sağlayacak adımlar olsa da büyük yayınevleri ChatGPT’nin bilimsel yazımda kullanılmasını engellemek için çeşitli kararlar almaya başladı bile. Bu sebeple yapay zekanın gelişimini önlemek değil, doğru kullanılmasını sağlamak önemli.”
Bilim, özünde, doğanın, insanın dilini anlama ve bunu insanlığa faydalı bir ürüne, fikre, tartışmaya dönüştürme çabasıdır. Bu süreçte amaç ise, hiçbir araştırmacıyı “geride bırakmamak” olmalı. Çünkü scientia potentia est... Yani, bilgi, güçtür. Ama, dil de güçtür ve her araştırmacının kimliğinin parçasıdır.
Dünya üzerinde ortalama 7000 dil konuşulurken, en çok konuşulan diller arasında İngilizcenin yanı sıra Çince, Hintçe, İspanyolca, Rusça, Arapça, Portekizce, Türkçe, Korece ve Fransızca gibi başka dillerin de olduğunu anımsamak gerekiyor.
Konrad-Adenauer-Stiftung Derneği’nin 16 ilden 18-25 yaş aralığındaki 2 bin 140 gençle görüşerek yaptığı Türkiye Gençlik Araştırması'na göre gençlerin yüzde 63’ünün başka bir ülkede yaşamak istediği, Türk Tabipler Birliği verilerine göre seçimlerin ardından 15 günde en az 144 doktorun yurtdışına gitmek üzere İyi Hal Belgesi istediği bir ortamda belki bu tartışmalar ilk aşamada “lüks” gibi görünebilir.
Ama şu da bir gerçek ki bizi demokratikleşmiş “bilim” ve bilimin demokratikleşmesi doğrultusundaki güncel tartışmalara taraf olmak kurtaracak. Bize “akıl” yol gösterecek. Çünkü bilim de akıl da insanlığın gelişmesini hedefliyor. Kişilerin kendi dillerinde araştırma yapıp bunları yaygınlaştırması, bilim üreten bir toplum idealini güçlendiriyor.
Tüm bunlar için de bilim dünyasının, araştırmacıların, akademinin potansiyelini tam kullanacağı, kendi biricik özgünlüğünü taşıyan dilini kullanarak araştırmalarını tanıtacağı elverişli ortamlar yaratılması için her düzeyde çabalamak gerekiyor.
** Helsinki girişimini imzalamak isteyenler için: https://www.helsinki-initiative.org/