Bilincin tasarımı için bir araç olarak rüyalarımız
Rüya hatırlama sıklığının ve rüya karmaşıklığının yüksek yaratıcılıkla ilişkili olduğu ölçümlenebilmiş. Başka bir deneyde deneklere rüya sırasında koku eşlik etmiş; bu koku ile uzak anılarını birleştirebilen deneylerde yine yaratıcı performansta artış ölçülmüş.
Basınımıza bir haber olarak geçtiğimiz hafta düşen ancak dünyaya 24 Eylül 2024'te duyurulan çığır açıcı bir teknolojik gelişme yaşandı. Kaliforniya’daki bir start-up olan REMspace'teki araştırmacılar, bilinçli rüyaların iletişimin ve insanlığın potansiyelinin yeni boyutlarını ortaya çıkarabileceğini gösteren tarihi bir dönüm noktasına ulaştı. Özel olarak tasarlanmış ekipmanı kullanan iki kişi, başarılı bir şekilde bilinçli rüyalar başlattı ve basit bir mesaj alışverişinde bulundu.
Konuyla ilgili haberi gazetemizin buradaki yayınından takip edebilir; firmanın hazırladığı video anlatımı da buradan izleyebilirsiniz.
Haberi öğrenir öğrenmez aklıma ilk gelen daha önce sizlere satırlarımda söz ettiğim sinema yönetmeni Wim Wenders’ın muhteşem filmi "Dünyanın Sonuna Kadar" (Untill the End of the World; Bis ans Ende der Welt; Jusqu'au Bout du Monde) geldi. 1991 yapımı epik bir bilimkurgu olan bu filmi, çok yakın zaman önce kapandığını öğrendiğim Ankara’nın Kızılırmak sinemasında izlemiş; sonraki yıllarda iki kez daha izlemiştim.
Filmde, Milenyum’un başında dünyayı değiştiren bir felaket gerçekleşmiştir; başrollerdeki William Hurt ve Solveig Dommartin'in canlandırdığı karakterler, görsel deneyimleri kaydedebilen ve rüyaları görselleştirebilen bir cihazın peşindedirler. Kahramanlar dünyanın dört bir yanında macera dolu bir kovalamaca yaşarlar.
Wikipedia’da belirtildiğine göre bu senaryonun ilk taslağı Amerikalı film yapımcısı Michael Almereyda tarafından yazılmış ancak son senaryo Wenders ve Dommartin'in bir hikayesinden yola çıkılarak Wenders ve Peter Carey'e atfedilmiş.
Bu filmde ve 90'lı yıllarda benzer filmlerde, bilim dergilerinde ortaya sürülen pek çok cihaz, aradan geçen 33 yıl sonra günlük yaşamımızın bir parçası haline geldi. Bu nedenle REMspace tarafından gerçekleştirilen bu atılımın, 30 yıldan çok daha kısa bir süre içinde insanlığın yaşamının belki de sıradan bir parçası olacağı kesin; bu nedenle fazlaca heyecan duyarken, oldukça da ciddiye alınması gerektiğini düşünüyorum.
İnsan bilinci karmaşık bir yapı ve büyük gizemi henüz çözülebilmiş değil. Bilim insanları bir yandan insanın biyolojik yapısını anlamaya ve arttırmaya çabalarken, bir yandan da hızla gelişen teknolojiler insan bedenini ve makineleri birbirine daha çok yakınlaştırıyor. Bu öngörüler 30 yıl değil; 50-60 yıl öncesinden başlıyor; insan meraklı bir varlık olarak makinelerin en basitlerini ilk icat ettiği günlerden bu yana, artık nerede ise kesinleştiği üzere cyborg olan geleceğine doğru hızla koşuyor. Bunu hala bilim-kurgu kategorisinde ele alıp ciddiye almayanlar çoğunlukta.
Çok eski yıllardaki bir yazımda MIT Medya laboratuvarının kurucusu Emeritus Nicholas Negroponte’un 1969‘da kaleme aldığı düşüncelerinden alıntı yapmıştım; yeniden paylaşıyorum. Negroponte, Mimarlık Makinesi isimli bu kitabın ön sözünde şöyle diyor:
“ Makinelerin tasarım sürecine destek sağlayabileceği üç yol vardır:
Mevcut süreçlerin otomasyonu ve bu sayede süre ve maliyetlerin azalması sağlanabilir.
Mevcut yöntemler tümü ile makinelerin özelliklerine ve yeteneklerine göre değişebilir; ve ilgili süreçlerin makineye uyumlu olmasının esas alındığı yeni bir düzen ortaya çıkar.
Daha kapsamlı ve evrimsel olarak nitelendirilebilecek bir değişim yaşanabilir ve tasarım süreci tümüyle insanların ve makinelerin ortak eğitimi, gelişimi ve esnekliği ile gerçekleşebilir. “
Negroponte, “..sonu olmayan bir başlangıç olacağını göreceksiniz “ dediği bu kitabında, iki benzemez tür olan insan ve makine, iki benzemez süreç olan tasarım ve bilişim ile, iki akıllı sistem olan mimar ve mimarlık makinesi arasındaki ilişkiler hakkındaki oldukça ufuk açıcı görüşlerini 70’li yıllardan bizlere sesleniyor.
Makineler artık sadece etrafımızdaki, elimizdeki, gözümüzdeki akıllı cihazlar ve gözlükler ile değil doğrudan bilişsel gücümüzü etkisi altına alacak biçimde bilincimizin tüm noktalarında bedenlerimizin bir parçası durumunda. Bilinçaltımız da bundan nasibini fazlası ile alıyor
Teknoloji aslında çok uzun süredir rüyalarımıza dadanmış vaziyette. Uykumuzu izleyen akıllı uygulamalar aracılığı ile teknoloji oligarklarının elinde nasıl bir bilgi havuzu biriktiğini tahmin edersiniz. Günümüzde sunulan pek çok farklı uygulama ve cihaz sadece uykumuzu takip etmiyor, insanlara kolay uykuya dalma veya uykuda öğrenme gibi yeni fonksiyonlar sunuyor.
Rüyalara yönelik cihazlar nadir de olsa, artık wellness ürünler kategorisinde karşımıza çeşitli tasarımlar olarak çıkabiliyor. Bunlardan bir ev aleti olarak tasarlanan Dream-Machine, belki de sözünü ettiğim filmdeki gibi rüyalarımızı -henüz- kayıt altına almıyor ama, aygıt pek çok başka şey vaat ediyor.
Nörobilim, hipnoz ve wellness esaslarını birleştiren bir yenilik olarak sunulan bu tasarım, ışık ve ses yardımı ile kolay uykuya geçmenizi sağlıyor; foton uyarımı kullandığı belirtilen teknolojisi ile rahatlama, psikadelik yolculuklara benzer deneyimler gibi değiştirilmiş bilinç hallerine ulaşım, derin iç gözlem yapabilme sözü veriyor kullanıcılarına. Bu cihaz ile 'düşünceleri anında kapatma, böylece stresi azaltma imkanımız olduğu' belirtilenler arasında. Bu rahatlama ve daha nitelikli uyku sayesinde de kullanıcıların problem çözme, kendini daha iyi hissetme, sanatsal yönlerindeki duyarlılıklarının ve becerilerinin artması gibi çeşitli gelişimler gözlenmiş durumda.
Rüyalar ve yaratıcılık arasındaki bağlantı tarih boyunca yoğun bir spekülasyon konusu olmuştur. Son bilimsel bulgular, N1 olarak bilinen uyku başlangıcının yaratıcı düşünce için ideal bir beyin durumu olabileceğini öne sürüyor. Salvador Dali ve Thomas Edison gibi zekası ve yaratıcılığı parlak insanların yaratıcılıklarını arttırmak için hemen hemen aynı tekniğe başvurmaları tesadüf değil; bilindiği üzere her ikisi de uykuya dalarken ellerine küçük bir cisim, örneğin metal bir top alıyorlar. Yaklaşık 20 dakika süren uyku halinden bir sonraki evreye geçerken kas fonksiyonları gevşiyor ve ellerindeki nesne yere düşüyor; böylece uyanıp hemen işe koyuluyorlar. Çağımızda alarm kurarak bu metodu uygulayan pek çok kişi var; bunların bir kaçı ile mesai yapmışlığım da bulunuyor.
Yapılan çeşitli çalışmalardaki nörogörüntüleme verileri, REM uykusu sırasında beynin yüksek dereceli ilişkisel alanlarının işlevsel bağlantısının, uzak anılar arasındaki ilişkileri desteklediğini göstermiş. Yakın zamanda yapılan bir çalışma, N1 denilen sürecin yaratıcı bir “tatlı nokta” olduğunu öne sürüyor; uykusunda 15 saniye kadar kısa bir süre geçirmenin, katılımcılarda, uyanık kalan katılımcılarla karşılaştırıldığında, daha önceden üzerinde çalışılan bir matematik problemi hakkında yaratıcı bir içgörü anına sahip olma şansını üç katına çıkardığını bulmuş. Daha önemlisi eğer denekler bir sonraki uyku aşamasına geçerlerse bu yaratıcı artışı kaybediyorlar. Pek çok yaratıcı profilin uyuşturucu maddelerle bağlantısı, psikadelik moda olan düşkünlüğü, aslında tarihten bu yana bilimsel bir dayanağa sahip. Bugün bunlar net bir biçimde ölçümlenebiliyor.
Örneğin, bir çalışmada katılımcılara belirli bir kokunun eşlik ettiği bir yaratıcılık görevi sunulmuş; kendi yaşam anıları ile bu kokuyu eşleştirebilen deneklerde yaratıcılık ölçümleri arttırılmış biçimde raporlanabilmiş.
Müthiş bir öncü olan Negroponte’nin kurucusu olduğu MIT laboratuvarları halen pek çok çağdaş ve öncü bilimsel çalışmanın merkezi konumunda. Yaratıcılık ve rüya arasındaki ilişkileri irdeleyen önemli bir bilimsel çalışma da burada yapılmış.(1)
Hedefli rüya kuluçkalaması Targeted Dream Incubation (TDI) ismi verilen çalışma, belirli içeriğin uyku başlangıcındaki rüyalara uyarlanması için tasarlanmış bir protokol ve rüya raporlarını bağımsız bir değişken olarak kullanan kontrollü çalışmalara olanak tanıyor.
TDI, uyku başlangıcını izlemek için sensörler ve ses iletmek ve kaydetmek için bir yöntem kullanıyor. Dormio cihazı denilen bir alet, bir dizi uyanış sırasında katılımcılara bir rüya teması önermek için sesli ipuçları sunarak TDI protokolünü otomatik olarak devreye sokuyor, böylece bir seri rüya kuluçka paradigması yaratılıyor. Dormio kullanıldığında, bir rüya kuluçka döneminden her uyanış otomatik olarak kaydedilebiliyor: Bu otomatik rüya raporu bir ses (bir kelime) ile deneklerin bilinçaltı tetiklenerek alınıyor.
TDI ile uykuya dalan deney katılımcılarında bireysel olarak yüzde 43 oranında yaratıcı performans artışı gözlenmiş; bu oran grup bazında yüzde 78 olarak rapor edilmiş.
Yaratıcılık nasıl ölçümlenebiliyor diye sorabilirsiniz.
Yaratıcılığın çok yönlü olması, bir bağlama ve kişisel tercihlere bağlı yapısı ölçülmesini de karmaşık ve zorlu kılıyor. Yaratıcılık araştırmacıları laboratuvarda yaratıcılığı ölçmek için çeşitli yöntemler geliştirmiş durumda. Bu yöntemlerin her birinin güçlü yönleri ve sınırlamaları var ve yaratıcılığın farklı yönlerini ölçmekteler. Yaygın yöntemler şunlar:
Iraksak düşünme görevleri: Bu görevler, yaratıcı potansiyelin göstergesi olarak kullanılan fikirlerin miktarı ve orijinalliği ile bir kişinin bir soruna birden fazla yaratıcı çözüm üretme yeteneğini ölçer.
Yaratıcı ürün analizi: Katılımcıların yaratıcı ürünleri (sanat eserleri, müzik kompozisyonları veya yaratıcı yazarlık gibi) kalite ve özgünlük açısından değerlendirilir.
Kişisel raporlama ölçümleri: Bu yaklaşım, kişinin kendi yaratıcılığına ilişkin algısını değerlendirir. İnsanlardan kendilerini özgünlük, akıcılık veya düşünme esnekliği gibi ölçütlere göre derecelendirmeleri isteniyor.
Yaratıcı başarı ölçümleri: Bu yaklaşım, bir kişinin gerçek dünyadaki yaratıcı başarılarının (bilim adamlarının, yazarların veya sanatçılarınkiler gibi) değerlendirilmesini içerir.
Bilim insanları, gerçek dünyadaki yaratıcı başarıyı ölçerek, birçok laboratuvar temelli yöntemin (farklı düşünme görevleri gibi) gerçek dünyadaki yaratıcı başarıyla ilişkili olduğunu göstermeyi başardılar. Buna creativity index; yaratıcılık endeksi deniyor. Yaratıcılığı değerlendirmeye yönelik bu yöntemler, sınırlamaları olmasına rağmen, hâlâ en çok önemsediğimiz tür olan gerçek dünyadaki yaratıcılıkla paralel değerler gösteriyor ve bu da yapılan çalışmalar adına güven verir nitelikte.
Bu endeks ile yapılan bazı raporlamalarda ilgimi çeken bazı başlıklar var; örneğin rüya hatırlama sıklığının ve rüya karmaşıklığının yüksek yaratıcılıkla ilişkili olduğu ölçümlenebilmiş. Başka bir deneyde deneklere rüya sırasında koku eşlik etmiş; bu koku ile uzak anılarını birleştirebilen deneylerde yine yaratıcı performansta artış ölçülmüş.
Yaratıcılığın en iyi çalışılmış ve uzun süredir gündemde kalan teorilerinden biri, bunun genellikle görünüşte ilgisiz veya uzak kavramlar arasında bağlantılar kurarak yeni fikirler üretmeyi içerdiğini öne süren çağrışımsal teoridir. Bu teoriye göre, iki kavram ne kadar uzak olursa, onları anlamlı bir şekilde birbirine bağlamak o kadar zor olabilir, dolayısıyla aradaki boşluğu kapatmak için daha fazla yaratıcı çaba gerekir.
Çalışmalarda diğer ilgimi çeken durum da bu ve sizlerle paylaşmak istediğim nokta rüya çalışmalarında da aynı yapay zekadaki gibi kelimelerin ve anlamlarının önemli olması. Bildiğiniz üzere yapay zeka ile birlikte sözcüklerin, anlamlarının ve ifadelerin önemi ortaya çıktı; prompt engineering dediğimiz bu komut vericilik özelliği, şimdiden çağımızın en aranan yeteneği oluverdi bile. Bu sanki yeni bir şeymiş gibi idrak ettiğimiz bu durum ancak aslında Google kutucuğuna da neyi nasıl yazdığınız, nasıl sorduğunuz, bulduğunuz sonuçlar bakımından çarpıcı farklılıklar türetmekteydi.
Tasarımcı bir bakıma, aradığı sonuca nasıl ulaşacağını bilen kişi derim sıklıkla öğrencilere ve birlikte çalıştığım ekip arkadaşlarıma. Neyi aradığınızı bilmek, nasıl ve nerede arayacağınızı bilmek, bulgularınız arasından neyi seçtiğiniz ve ona dair nasıl bir yenilik/çözüm sunduğunuz ise kabaca tasarım odaklı düşüncenin temelini oluşturuyor. Bugün makine öğrenmesi de, insanın rüyasındaki bilincini irdeleyen çalışmalar da bu kelimelere ve taşıdıkları anlamlara odaklanıyorlar; zira beyin denen aygıt insanın yarattığı dil ve taşıdığı anlamların bütününden oluşuyor.
Semantik, yani anlambilim bilince, zekaya dair tüm çabalarda olduğu gibi bu çalışmalarda da devrede.
“Anlamsal mesafe” (yani “anlamsal içerikler”) iki kavram arasındaki farkın veya benzerliğin derecesini ifade eder. Başka bir deyişle anlamsal mesafe, iki kelimenin ne kadar yakından ilişkili olduğunun bir ölçüsüdür. Örneğin, "kapı" ve "pencere" kelimelerinin her ikisi de insan toplumunda benzer rollere sahip yapısal elemanlardır, dolayısıyla bu iki kelime anlamsal alanda örneğin "çatal” ve “pencere” kelimelerinden daha yakın olacaktır (yani aralarında daha küçük bir anlamsal mesafeye sahip olacaktır). Uyku çalışmalarındaki anlamsal uzaklık, genellikle "kelime yerleştirmelere" dayalı yöntemler kullanılarak hesaplamalı olarak ölçülüyor. Kelime yerleştirmeleri, kelimelerin matematiksel temsilleri bir bakıma; burada her kelime, uzayda bir vektör olarak temsil ediliyor. Buradaki yöntem sosyal medyada, reklamcılıkta veya herhangi bir görüntüde uygulanan algoritmik yöntemlerle aynı. Kelime yerleştirmeleri oluşturmak için kullanılan birçok farklı algoritma olmasına rağmen genel olarak bir çift kelime yerleştirme vektörü arasındaki mesafe, çift arasındaki anlamsal mesafeyi temsil eder. Çalışmalarda 2014 yılında Stanford Üniversitesi’ndeki araştırmacılar tarafından yaratılan, önceden eğitilmiş GloVe (Kelime Temsili için Küresel Vektörler) isimli bir yöntem kullanılmış. GloVe'nin yerleştirmeleri birlikte meydana gelme istatistiklerine dayanıyor; yani, birlikte daha sık geçen sözcük çiftleri (çatal ve kaşık gibi), daha az sıklıkta geçen sözcük çiftlerine (çatal ve pencere gibi) göre daha küçük anlamsal uzaklığa sahipler. Anlamsal mesafelerin böylesi matematiksel bir alt yapısı olduğu bilinen gerçeğini de bu yazımda not düşmek istedim.
Yeniden REMspace gelişmesine dönersek, aslında yapılan çalışmanın tabanında, bu çalışmayı hızla ileriki safhalara taşıyacak pek çok bilimsel ölçüm ve raporlama bulunuyor uykuya dair. Bunlardan kısaca ve anlaşılır olarak sizlere bahsetmeye çalıştım.
Bunların tümü birlikte çok kısa bir süre sonra, bilincimiz kapalı iken herhangi bir makine tarafından, wi-fi ortamında, rahatlıkla beynimizin içine sızılabileceğini ve pekala istemediğimiz düşüncelerin bizler sadece ekrana bakarken değil; artık uyurken bile bilincimize enjekte edilebileceğini açıkça gösteriyor. Uyurken baş ucunda duran telefonlar artık gerçek birer tehlike.
(1) Meraklısı için, MIT laboratuvarındaki bu çalışmalar Fluid Interfaces isimli bir araştırma grubunda, Harvard Medikal School profesörü Robert Stickgold önderliğinde, Adam Haar Horowitz ve Kathleen Nguyen Esfahany tarafından yürütülüyor; daha önceden Adam ve Tomás Vega Galvez tarafından geliştirilen dormio cihazı ve TDI protokolü kullanılıyor.