Gil’in Paris’te Bir Gece Yarısı filminde yaptığı gibi düşsel de olsa başka bir çağa girmeyeceğimize göre, yine de müzelerdeki yapıtları bir yana, Toulouse-Lautrec ile karşılaşmak için en kısa yolun John Huston’un yönettiği ve çekiminden iki yıl önce yazılan bir roman uyarlaması Moulin Rouge (1952) filmi olduğunu söyleyebilirim.
Eski Paris'in kalbinde, Louvre Müzesi çevresindeki Hotel Lautrec Opéra, tahmin edileceği gibi bir zamanlar ressam Toulouse-Lautrec'in evidir. Diyelim ki merak edip bir gece kaldınız, uykunuzda Toulouse-Lautrec sizi Paris, hatta onun çok tutkun olduğu ve işlerinin coşkulu kaynağı kabare Moulin Rouge gezisine çağırabilir, neden olmasın? (Kuşkusuz Woody Allen‘ın Paris’te Bir Gece Yarısı filmindeki hikâyeden esin bu hayal kurguyu yaptığımı tahmin edersiniz.)
Filmin başkarakteri Gil, nişanlısı Inez’e “Bu… Bu inanılmaz, şuna bir bak. Dünya’daParis’in bir eşi benzeri daha yok. Hiç olmadı.” sözlerini hatırlayın… Gil’in zaman yolculuğu bir gece Paris’in dar sokaklarında yürürken, antika bir taksinin durması ve binmesiyle başlar. Gittiği partide, ünlü caz müzisyeni Cole Porter, Ernest Hemingway’le tanışır, S. Fitzgerald ile kitabı hakkında konuşur… Hemingway onu Amerikalı yazar Gertrude Stein’la tanıştırmaya götürür, orada bu kez Pablo Picasso ve sevgilisi Adrianna ile tanışır. Fakat Adrianna’nın altın çağı, Gil’den farklı olarak, ‘Belle Époque' çağı, yani Toulouse-Lautrec’in de yaşadığı rahat ve havai dönemdir. Gil’in kendini en rahat ve mutlu hissettiği kendi altın çağı ise 1920’ler…
Gil’in filmde yaptığı gibi düşsel de olsa başka bir çağa girmeyeceğimize göre, yine de müzelerdeki yapıtları bir yana, Toulouse-Lautrec ile karşılaşmak için en kısa yolun John Huston’un yönettiği ve çekiminden iki yıl önce yazılan bir roman uyarlaması Moulin Rouge(1952) filmi olduğunu söyleyebilirim.
‘French cancan’ adlı gösteriyle ünlü kabare Moulin Rouge ve eğlencelerinin müdavimi Lautrec’in yaşamı büyük ‘sineast’ler içinde yer alan John Huston gözüyle anlatıldığı için ayrıca izlenebilir… Ayrıca bir başka film daha var: Aradan 46 yıl geçiyor Toulouse-Lautrec yaşam hikayesini bu kez Roger Planchon ‘Lautrec’ adıyla çekiyor. Film onun, nü-kadın portreleri çizen ve Ulusal Güzel Sanatlar Derneği’ne kabul edilen ilk kadın ressam Suzanne Valadon ile olan aşk ilişkisine odaklanıyor.
Moulin Rouge /Kırmızı Değirmen (2011) filmi hikayesinin Orpheus mitini yansıttığını söyleyen yönetmen Baz Luhrmann, “Bilinen bir mite dayandırılan basit bir hikâyeyi ele aldık ve hikâyeyi yaratılan egzotik ve ayrıca çok bilinen bir dünyada kurduk.” diye açıklar. Kamerasıyla keşfetmek istediği Toulouse-Lautrec’in de içinde olduğu ressamların Paris’i tabii ki büyüleyici, ama müzik dolu aşk hikayesiyle anlatılan filmin asıl kahramanı kabare Moulin Rouge daha fazla etkileyici.
Bohem Paris'in renkli kişiliği, ufak tefek ama çalışırken tuvalde renkleri parlayan, modellerinin hareketi, hiddeti büyüyen Toulouse-Lautrec’i layıkiyle canlandırabilmek için onun yaşamını araştıran aktör John Leguizamo “Dikkat çekmeyi seven, ama çökmüş bir adam. Fark edilmeyi seviyor ve gece partileri boyunca bunun bir yolunu da buluyor. İçki içmeyi seviyor ve sankiölmek için içiyor.” tanımını yapacaktır.
"Kırkıma geldiğimde kendimi yakıp kül etmiş olmayı umuyorum" dediğinden söz edilir… 37 yaşında yaşama gözlerini yumacak Lautrec’in kısa ömründeki Paris yeme-içme kültürü üzerine yaptığı afişler, resimler yanı sıra, galerici Maurice Joyant, geride kalan evrakları arasında damak tadını önemseyen sanatçının sevdiği yemek ve içkileri belirten notlar bulacaktır.
Notlarda Toulouse-Lautrec'in, restoranlara nadiren gittiği, sık olarak kendi ya da bir dostunun evinde yemek yediği, sincap, balıkçıl kuş, ipe bağlanan karabatak yardımıyla* yakalanan balıklara düşkün olduğu saptanır. Ve o yıllarda yaygın olmasa da birinin adını Deprem koyduğu kokteyller yaptığı da yazılıdır. Asma- odun ateşinde üst üste konarak pişen biftek için ta Toulouse'a dek gittiği de notlarında yer alır. Özelliği nedir diyeceksiniz? Izgarada pişen üç bifteğin alt ve üstte olanı atılmakta ortada kalanı yenilmektedir.
Sanatçı Sofraları yazarı Sevim Gökyıldız’a göre Toulouse-Lautrec’in yemeklerinden en ünlüsü, karanfil saplanmış ve fırında pişirilmiş soğanla doldurulmuş Saint-Jacques istiridyeleri; en güzel pişirdiği yemek ise Amerikan usulü ıstakozdur...Ve yemeğin lezzetini öne çıkaracak içkisi şaraptır. Yemekte su içmek ağız tadıyla uyuşmaz. **
Paris’ten sadece Toulouse-Lautrec geçmeyecektir, birkaç ressam adı daha verelim. Örneğin Paul Signac (1863-1935), kendine özgü noktalama tekniğiyle “Yemek Odası” adını taşıyan resminde, 19. yüzyılın sonlarında rastlanan bir burjuva ev yaşantısını, yemek odası ve çay sunumunu seçmiş. Natürmortu ikinci sınıf tür olmaktan çıkaran, özellikle elmalı düzenlemeleriyle Paul Cezanne… “Patates Yiyenler” resmiyle (1885) Van Gogh… (Toulouse-Lautrec’in sevdiğim resimlerinden biri de pek bilinmeyen karton üzerine pastel “Vincent Van Gogh’ un Portresi”dir.)
Resimlerini henüz sergilemeyen Pablo Picasso, kendisine poz veren modern edebiyatın öncülerinden ve bin sayfalık romanı Amerikalılar’ın Oluşumu’nu yazdığı yıllarda (1906’da başladı, 1925’te yayımlandı) Amerikalı yazar Gertrude Stein’nın portresini, Matisse ise “Yaşama Sevinci” adlı tablosunu yeni bitirmiştir.
Gertrude Stein “Alice B. Toklas’ın Özyaşamöyküsü”nde çoğu kez sofralarına konuk olan bu sanatçıların açlık çekmemelerine karşın, sıkıntı içinde yaşadıklarından söz eder. Ancak dört beş yıl sonra, kübist ressam Georges Braque örneğinde olduğu gibi -resimleri satıldıkça-, yaşamlarında ‘bir ana yemek ya da tatlı olarak servis edilebilir’ sufle yapabilen aşçılar çalışmaya başlayacak, yaşam tarzları değişecektir.
Paris’e tutkun Stein kısa zamanda dost olduğu ve “Şapkalı Kadın” resmini satın aldığı Matisse’in resim yapabilmek için yaşadığı sıkıntıyı şöyle anlatır:
"Çok büyük boyutlu bir masa kuran kadın tablosu yapmaya çalışmıştı ve masanın üstünde de kocaman bir tabak dolusu meyve vardı. Matisse ailesi bu meyveleri almak için maddi açıdan epey zorlanmıştı, o günlerde Paris’te meyve, hatta sıradan meyveler bile çok pahalıydı çünkü, tabaktaki o ender bulunan meyvelerin ne denli pahalı olduğunu bir düşünün, üstelik bu meyvelerin resim bitene değin korunması gerekiyordu ve resmin bitmesi de epeyce uzun sürecekti. Meyveleri olabildiğince uzun bir süre koruyabilmek için odayı olabildiğince soğuk tutuyorlardı, bu da bir çatı katında ve Paris kışında zor bir şey değildi, Matiss de resmi yaparken palto giyip eldiven takıyordu.”
Matisse’in bu natürmort örneği, resmin/görünenin arkasında acı bir yaşam savaşı olduğunu anımsatır.
“Ya Pablo Picasso?” diyeceksiniz. “İnsanı baştan çıkaran en önemli şey işidir.” demişti ya, önümüzdeki pazar günü yemek ile ilişkilendirebileceğimiz neler yaptığına göz atacağız. Onun sanatçı yetisi de bugün yaşadıklarımızı anlamlandırmakta fazlasıyla yardımcı… John Berger şair-yönetmen Pasoli’nin bir filmi için diyordu ama “Bir şişeye konup kırk yıl dalgalarla kıyımıza vurmuş özlü bir ileti gibi.”… Bu ileti Picasso’nun bir eseri, örneğin “Guernica” da olabilir…
————————-
Sarımsaklı Soğan Dolması (Oignons a L’ail)
4 iri ve düzgün kuru soğan 1 çorba kaşığı karanfil
12 diş sarımsak Maydanoz
45 g kaz yağı Karabiber, tuz
Soğan ve sarımsakların kabuklarını soyun. Soğanları 15, sarımsakları 10 dakika sıcak suda yumuşatın. Soğanların iç kısımlarını çıkarın, içlerini sarımsakla birlikte havanda döverek macun kıvamına getirin. Tuz, karabiber ekleyin.
Harcı boş soğanlara doldurun. Toprak bir tepsiye dizin, üzerlerine birer kaşık kaz yağı (veya eritilmiş tereyağ) dökün. Soğanların üzerine karanfilleri aralıklarla sapladıktan sonra kızgın fırında 45-50 dakika pişirin. Sıcak olarak ve üzerine maydanoz serperek servise sunun. (1 kişilik) (Gökyıldız, Sevim, 2015, Sanatçı Sofraları, İstanbul: Oğlak Yayıncılık, s.91)
Not 1: Sayın Sevim Gökyıldız, yukarıda tarifini aldığım Lautrec yemeğini Toulouse-Lautrec Les Plaisirs d’un Gourmand (Geneviève Dortignac, Jean-Bernard Naudin, tarifler AndréDaguin)kitabından seçtiğini belirtir. Kendisine teşekkür ederim.
Not 2: Sarımsak ve karanfilleri azaltarak, pirinç, domates sosu, zeytinyağı ile “Zeytinyağlı Soğan Dolması” yapabilirsiniz.
————
* Karabatak balığı yakalıyor ama boynunun çevresine geçirilmiş bir halkadan dolayı yutamıyor. Bu uygulamanın çeşitli ülkelerde -örneğin Çin- bilindiği saptanır.
**Gökyıldız, Sevim, (2015), Sanatçı Sofraları, İstanbul: Oğlak Yayıncılık
***Stein, Gertrude, (1992), Alice B. Toklas’ın Özyaşam Öyküsü, İstanbul: Metis Edebiyat Dizisi