Bilmemek: Kundera'nın 'göçmen'leri

Milan Kundera, bilmemek, hatırlama, yalnızlık, yabancılaşma, yurtsuzluk, bellek ve unutuş üzerine yazdığı romanı “Bilmemek”te karakterlerinin geçmiş hikâyelerini Çek tarihi üzerinden kuruyor. Kundera, 'göçmen olma' durumunu psikolojik ve siyasal kalıplar içinde inceleyerek romanına kendi kişisel tarihini de katıyor.

Abone ol

Milan Kundera’ya göre Çeklerin tarihi yirmi sayısının üç kere tekrarından doğan bir matematik hesabıyla şekillenir. Yüzyıllar süren sömürgelikten 1918’de kurtulurlar. Bu yıl, bağımsız devlet oldukları tarihtir. Tam yirmi yıl sonra, 1938’de tekrar işgal edilirler. 1948’de, “Moskova’dan ithal komünist devrim”, ikinci yirmi yılı başlatır. 1968’de ise Çeklerin “küstahça özgürleşmesiyle gazaba gelen Ruslar beş yüz bin askerle ülkeyi işgal eder.” Yazara göre Sovyetlerin Çek topraklarına yerleşmesi bir seneyi bulur. Üçüncü yirmi yıl ise 1969’da başlar ve 1989 yılında, komünist rejimlerin çökmesiyle sona erer.

Kundera, Bilmemek ismini verdiği kitabında karakterlerinin geçmiş hikâyelerini işte bu denklem üzerinden kurar. Irena ve Josef, birbirlerine çok kısa bir süre, bir barda arkadaş ortamında denk gelmiş ve o gün tanışıp sohbet etmiştir. 1960’lı yılların ikinci yarısında, henüz Çek topraklarındayken geçen bu kısa hikâye, Irena’nın aklında yer eder. Josef’ten etkilenmiştir ama hayatında başka biri vardır ve bir an önce hayatında olan kişiyle birlikte ülkeden çıkmak ve iltica etmek zorundadır.

Fransa’ya giden Irena evlenir ve kısa süre sonra iki çocuğu olur. Ancak hayatındaki kişi vefat eder. Irena, geriye dönmeyi kafasından atmıştır ancak Fransa’da da tutunması zor olur. Ağır beden işçiliği yapar. Derken, ülkesinde aldığı Rusça eğitimi ve kısa süre içinde Fransızca öğrenmesi, önünü açar, çevirmenlik yapmaya başlar. Kundera, Irena’nın Fransa’da kendini yabancı hissetmesini, anlaşılamamasını şu gözlemi yaparak dile getirir. “Ellili ve altmışlı yıllarda, komünist ülkelerden gelen göçmenler Fransa’da pek sevilmezdi. Fransızlar o dönemde tek felaket olarak faşizmi görüyorlardı. Ancak altmışlı yılların sonunda ve yetmişli yıllar boyunca adım adım komünizmi de bir felaket olarak kavramaya karar verdiler, her ne kadar daha alt dereceden bir felaket, şöyle diyelim, iki numaralı felaket olarak olsa da.”

Bilmemek, Milan Kundera, çeviri: Aysel Bora, Can Yayınları, 2013.

SIĞINMACILIK

Kundera, bu bağlamdan yola çıkarak sığınmacılık olgusuna değinir. Ona göre, sığınmacıların tamamı geceleri uyurken aynı rüyayı görür. Gündüzleri her şey yolunda gibidir sanki. Terk edilen ülkeden güzel manzaralar sık sık akla gelir. Bu zihin oyunu, hasret ve özlem gibi duyguları doğursa da, temelde kötü ve olumsuz değildir, yazara göre. Negatif olan başka bir şeydir… Sığınmacıların her sabah uyandıklarında birbirlerine ülkelerine dönmenin dehşetini anlattığını söyleyen Kundera, Irena özelinde bu durumu, “Önce, birbirini tanımayan insanların bu gece kardeşliği karşısında duygulandı, daha sonra ise biraz sinirlendi: Nasıl olur da bir düşteki mahrem deneyim kolektif olarak yaşanabilirdi?” sözleriyle dile getirir. Yazara göre “sığınmacılık rüyası”, 20. yüzyılın ikinci yarısının en garip olgularının başında gelir.

Aradan yirmi yıl geçtikten, Prag Baharı yaşandıktan sonra Irena, o tarihte hayatında olan kişi sayesinde Prag’a gitmeye karar verir. Artık her şey değişmiştir. Henüz Paris havalimanında bir başınayken, Josef’i görüverir. Sadece tek bir akşam, bir arkadaş ortamında gördüğü Josef’i hemen tanır ve yanına gider. Josef de Danimarka’da yaşayan bir göçmendir ve ülkesine –tıpkı Irena gibi- kısa süreliğine bir ziyaret gerçekleştirmek ister. Onun da başında türlü hikâyeler geçmiştir. Karısını kaybetmiştir. Sürgünde bir başına kalmıştır.

Bu andan sonra, baştan beri Irena’yı takip eden “kamera”, Josef’in peşine takılır ve odakta o olur. Abisiyle, Çek topraklarıyla, Çeklerle olan ilişkisi okura yansıtılır. Aslında, o gün havalimanında karşılaştığı Irena’yı tanımamıştır bile. Ama güzelliğine, yıllar sonra Çekçe konuşan o kişiye kapılıp gider.

İkili, Çek topraklarında kendi kişisel geçmişleriyle yüzleşme çabasına girdikten sonra bir otelde buluşur ve –Irena’ya göre- yarım kalmış hikâyeyi tamamlamaya koyulur.

Kundera, Bilmemek’te sık sık Odysseus’a atıfta bulunur. Göç etmenin, yolda olmanın, sonu bilinmeyen bir maceraya atılmanın, savaşın ve barışın bu gözde yapıtı, yazar için hikâyesini besleyen en güçlü motiflerden birini oluşturur. Yapılan mitolojik göndermeler, Kundera’nın yarattığı karakterlerin duygu-durumlarını ustaca ortaya çıkarırken, mekân ve insan arasındaki ilişkinin de altı kalın çizgilerle çizilir.

Bilmemek için Kundera’nın, kendi kişisel yaşamından yola çıktığını da söylemek mümkün. Zira Kundera da tıpkı Irena ve Josef gibi hemen aynı tarihlerde Çek topraklarını terk etmiş ve –Irena gibi- Fransa’ya yerleşmiştir. Her iki karakterin de hissettikleri, Kundera’nın içinden dökülmüş sözcüklerle karşılık bulur: Başkalarını ve kendini inandırmak istediği şeye bakılırsa, o ülkesini boyun eğmiş ve alçalmış olarak görmeye katlanamadığı için terk etmişti. “…bununla birlikte Çeklerin çoğu da kendilerini resmen onun gibi köleleştirilmiş ve alçalmış hissediyordu…”

BELLEK

Yabancılaşma, göç, yalnızlık, yurtsuzluk ve ait olamama gibi olguların yanında, Kundera’nın kitabının bir diğer tartışması da; bellek. Kundera, bu kitabında bu kavrama sık sık başvurur. Belleğin, yaşanan hayat zamanı ile zihinde stoklanan hayat zamanı arasındaki sayısal ilişkiden yola çıkarak anlaşılabileceğini söyleyen yazar, bu durumun insanın özüne ait olduğunu dile getirir. “Eğer biri, yaşadığı her şeyi belleğinde tutabilseydi, herhangi bir anda geçmişinden herhangi bir bölümü hatırlayabilseydi, insanla hiçbir ilgisi olmazdı; ne aşkları, ne dostlukları, ne öfkeleri, ne bağışlama ya da öç alma özellikleri bizimkilere benzerdi.”