Bin yıllar öncesinin sofrasında…
Jean Bottéro’nun üç kil tablet üzerinden antik Babil’in yemek kültürünü incelediği çalışması ‘Dünyanın En Eski Mutfağı’, Nur Çiğdem Tezel çevirmenliğinde Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı.
Ege Yatır
Yemek kitaplarına hiçbir zaman sadece yemek kitabı gözüyle bakmamak gerekir çünkü bu yemeğin doğasına terstir. İnsanın yemekle kurduğu ilişki ve onu okuma biçimi buna izin vermez en başta. Soframıza gelen bir tabak yemekle birlikte asırlar öncesinden bugüne, yani masalara taşınan bir kültür, tarih, gelenek, emek vardır. Dolayısıyla yemek kitaplarıyla beraber evlere sadece yemek değil, tarih ve kültür de girer. Her yemek kitabıyla bu zengin ilişki içinde bulamayız belki kendimizi ama satır altlarında yatanların peşine düşünüldüğünde muhakkak bu zenginliğin kapıları açılır. Ama öyle kitaplar vardır ki, daha ilk sayfasından sizi bir dünyanın içine alır. O dünyada da az önce sözü edilen o çeşitlilik okurlarını karşılar. O kitaplardan biri de geçen günlerde Yapı Kredi Yayınları tarafından okurlarla buluşturuldu; Jean Bottéro’nun kaleminden çıkan ‘Dünyanın En Eski Mutfağı’. Dünyaca ünlü Fransız Asurbilimci, Kutsal Kitap ve kadim Ortadoğu dinleri uzmanı, tarihçi Jean Bottéro çalışmasında, yaklaşık MÖ 1700’lere tarihlenen ve kırka yakın yemek tarifini içeren üç kil tablet üzerinden antik Babil’in yemek kültürünü inceliyor.
Yeme-içme gündelik anlamda çok basit ve genellikle üzerine düşünmeden yaptığımız bir eylem olsa da Bottéro bunun tam tersini, kitabının her sayfasında ispatlıyor okurlarına. Yemeğin, toplumun kılcal damarlarına kadar uzanarak en derinlerden haber verebilecek gücünü çok yönlü bir şekilde gözler önüne seriyor. Hemen yukarıda da belirtildiği gibi Bottéro’nun pek çok titri var. Tarihçiliğinden, Ortadoğu dinleri uzmanlığına kadar uzanan, meseleleri farklı yönleriyle ele alabilecek pek çok özelliği… Dolayısıyla ‘Dünyanın En Eski Mutfağı’ da öncelikle bir tarih kitabı olmakla birlikte, yemek gibi zengin bir özden doğup kendi biçimini meydana getiriyor. İşin güzel yanı ise Bottéro bu kitabı herkes okuyabilsin diye yazmış. Yani yoğun bir akademik birikimi genel okuyucunun ilgisini çekebilecek düzeye getirmiş ki ‘Dünyanın En Eski Mutfağı’nın en değerli yönlerinden biri de bu. Şöyle diyor kitabının girişinde yazar: "Bu kitabı yazarken niyetim Mezopotamyalı muhterem atalarımızın ‘yeme-içme’ kültürü hakkında akademik ve kapsayıcı bir çalışma ortaya koymak değildi çünkü bu (samimi okuyucuya ulaşamama pahasına) akademisyenlere yönelik sıkıcı ve kuru bir çalışma olurdu."
Yazar, tam da bu noktadan yola çıkarak, yani "sıkıcı ve kuru" olmayan bir dil yakalayarak, eski Mezopotamyalıların yiyip içtiklerinin izlerini tarihten alıp bugünlerde sürüyor. Pişirme tekniklerini, şölen yemeklerini, tanrıları için yapılanları, içeceklerin kurdukları sofralardaki yerini yaşamdan örneklerle detaylandırarak kitabının sayfalarına taşıyor. Sadece geçmişle de kalmayıp bugünün dünyasına da yansımalarını arıyor üstelik. Şöyle bir sorusu var Bottéro’nun: "Eski Mezopotamyalılarla beraber yemek yeme imkânımız olmadığına göre bu mutfağın lezzetlerini, elimizin alında bulunan Türk-Arap veya Lübnan ya da Yakındoğu mutfağında tadamaz mıyız?"
‘Dünyanın En Eski Mutfağı’nın en güzel yanlarından biri de bu. MÖ 1700’lerden bugüne çengel atıyor. Bırakın kokusunu duymayı, hayalini bile kuramayacağımız yemeklerin bugünlerdeki yansımalarının peşine düşüyor. Mutfak ve sofra kültürünün bir uygarlığı anlamanın en etkili yollarından birini olduğunu kabul ediyorsak eğer, bu kültürün bugüne açılan kapılarının da olduğunu hatırlamak gerek. ‘Dünyanın En Eski Mutfağı’nda Bottéro, işte bu önemli hatırlatmayı yapıyor okurlarına.
Sadece yemek meraklılarına da değil üstelik, tarih ve antropoloji meraklılarına da…