Cumhurbaşkanı Erdoğan “İmzayı atmışız, burası kasaba devleti
değil. S-400’ler konusunda geri adım atmak, tükürdüğümüzü yalamak,
devlet terbiyesine uymaz” dedi. Böylece Rahip Brunson konusunda
sergilenen tavırdan farklı bir tavır göreceğimiz kesinleşmiş oldu.
Yani S-400’ler Erdoğan’ın da belirttiği gibi temmuzun ilk yarısında
Türkiye’de olacak.
Erdoğan’ın S-400’ler için ısrarı başlığı altında süren
tartışmalarda bazı görüş sahipleri “Türkiye’nin gelecekte saldırı
beklediğini” öne sürüyorlar. Daha geniş baktığını iddia edenler ise
“yeni bir dünya kurulduğunu, S-400 alımının Rusya - Çin ikilisi
liderliğinde kurulmakta olan bu dünyaya ilk adım olduğunu”
savunuyor.
S-400’lerin alınmasını Türkiye’nin “tam bağımsızlık” yolunda
önemli bir merhale olarak görenler de var. Bu görüş sahipleri
sistemin alınması ile Türkiye’nin gerçekten bağımsızlaşacağı
“yerliliği ve milliliği” pekiştireceği propagandası yapıyor.
Oysa olan çok basit: Bir blok (NATO/Batı) içerisindesiniz ve
yaptığınız bu bloktan kurtulmaya çalışırken derdi birden ikiye
çıkarmak. Sonuçta varlık savaşı içinde süren savaş teknolojisi
yarışının bugün ulaştığı düzeyde öne çıkan iki önemli tezahürden
(F-35 ve S-400) birini tercih ediyorsunuz. Ve bu silahlardan biri
(S-400) ölümcül rekabetin başını çeken iki emperyal rakibin
birinden alınıyor.
Teknik olarak savunma sisteminin kodlarının Türk mühendisler
tarafından yazılacağının belirtilmesinin önemi yok, çünkü sistemi
alarak sadece batarya almıyorsunuz, ülkenin gelecekteki yönünü de
belirlemiş oluyorsunuz.
“ABD (NATO) blokundan ne gördük ki Doğu (Rusya - Çin) blokunu
tercih etmeyelim?” sorusu sorulabilir. Haklı bir sorudur da. Ama
mesele sadece S-400 değil ki. Meseleye neden bu duruma düştüğümüz
sorusu ile de bakmak lazım.
AKP iktidara geldiği dönemde o veya bu şekilde bir ivme
yakalamıştı. İktidar bu dönemde gizli ajandasını hayata geçirene
kadar göz boyamak yerine fiili olarak demokrasi, hukuk, insan
hakları, şeffaflık konularında yapısal adımlar atsaydı bugün
yapacağımız alımı gerçekten bağımsız bir ülke olarak ve mecbur
kaldığımız için değil “tercih ettiğimiz için” yapardık.
“Kendi beyniniz olan, üreten, düşünen, yararlı işler yapan
bireyleri, toplumsal dinamikleri yok ederek ekonomik ve toplumsal
büyüme, ilerleme modeli” diye bir model var mı? İktidara göre var.
Maalesef AKP bu modeli uygulayarak koskoca ülkeyi “(her çeşidinden)
saldırı bekliyoruz, herkes bize karşı, güvenliğimiz için daha çok
silahlanmalıyız” noktasına getirdi.
Sebep ne olursa olsun gelecekte bu iktidarın Çin’den başlayıp
Türkiye üzerinden Batı’ya uzanan hat içinde Türkiye’yi getireceği
nokta belli: ABD/NATO/Batı-Rusya/Çin/Doğu arasında süren acımasız
rekabette daha önce Batı’dan Doğu’ya uzanan koçbaşıydık, Doğu’dan
Batı’ya uzanan koçbaşı olacağız.
Davet’in diğer dizelerinden pek hoşlanmadığı her icraatından
belli olan (ihtiyaç duyduğu anda Nazım’dan alıntı yapan)
Erdoğan’dan yakın zamanda “Orta Asya’dan Akdeniz’e bir kısrak başı
gibi uzanan...” sözlerini duyarsak şaşırmayalım.
Peki gerçekten hem Doğu’da hem Batı’da yer alamaz mıyız aynı
anda? Her anlamda güçlü bir devlet için bu elbette mümkün olabilir
ama memleketi hukuk, eğitim başta olmak üzere iktidarı ve getirdiği
modeli sonsuza dek yaşatmak için deneme tahtasına çevirmişken bunu
nasıl yapacaksınız? En basiti sizi tehdit eden ortağınız
“ekonominiz zayıf, neyinize güveniyorsunuz?” diyebiliyor.
Bu zayıflık dış ilişkilerinizi de belirliyor ve dış politika da
ister istemez gücünüzü belirleyen toplam insan kalitenize göre
şekilleniyor. Hal böyle olunca topraklarında bulunduğunuz
komşunuzun bir bölgesinde bile ne aradığınızı bilmez hale
geliyorsunuz, yeni küresel partneriniz Rusya ile Batı’ya karşı
çalışırken yerelde aynı Rusya’nın hedefinde olan örgütler ile
işbirliği yapmak zorunda kalıyorsunuz. Bunun küresel çaptaki
projeksiyonu da şaşkın ördek gibi gezip dolanmak oluyor.
Böylece “yeni bir dünya” ütopya olmaktan öte gidemiyor. Bindik
bir alamete... Bakalım nereye varacağız.