80’li yılların, özellikle de ortası ve ikinci yarısının çok sevilen bazı filmlerinde ortak bir izlek vardır: Başta kamu sektöründe çalışanlar olmak üzere, ‘orta sınıf’ın bazı kesim ve mesleklerinde yaşanan fiziki (ekonomik) ve moral çöküş… Kemal Sunal’ın başrol oynadığı Ortadirek Şaban (1984), Kiracı (1987), Öğretmen (1988) gibi filmler, Şener Şen’in başrolde olduğu Namuslu (1984), Çıplak Vatandaş (1985), Milyarder (1986) hatta Muhsin Bey (1987) filmleri, söz konusu kesimlerden çeşitli simaları ve yaşadıkları dramatik çelişkileri öne çıkarıyordu örneğin: Öğretmenler, veznedarlar, demiryolu memurları, postacılar, fabrika ve devlet dairesi mutemetleri, banka gişecileri vs... Bu kesimlerin ortak özelliği, 12 Eylül sonrası kurulmaya başlanan yeni iktisadi düzenin işçi sınıfıyla birlikte en çok etkilediği, küçük memurlar olmalarıdır. Dönemin, toplum sorunları halen önemseyen sinemacıları, ortaya çıkan bu sınıfsal çöküntüyü sezmiş, görmüş ve hikâyesini anlatmıştır. Başta bu çöküntüyü bizzat yaşayan kesimlerden aileler olmak üzere, toplumun önemli bir kesimi de bu filmlere büyük bir ilgi göstermiştir. Çünkü bu filmlerde, genellikle mizahın güçlü silahları kullanılarak, sahici, kalıcı ve sonuçları o an itibariyle yaşanmaya başlanmış bir ‘yıkıcı dönüşüm’ eleştirilmektedir.
12 Eylül faşizminin açtığı güvenli koridorda Türkiye’yi sarsarak değiştiren ANAP neoliberalizminin en sert darbelerini, 70’lerin ikinci yarısı boyunca kıran kırana bir sınıf mücadelesi yürüten ama neredeyse tüm kazanımları askeri darbenin demir yumruğuyla buharlaştırılan işçi sınıfı yedi. Bunun yanında, kamu sektörünün küçük memurları başta olmak üzere, ‘orta sınıf’ diye anılan bir ücretli emekçi kesimi de hem derin ekonomik kayıplara hem de toplumsal itibar kaybına uğradı.* Burada belki ilk sıraya öğretmenleri yazmak gerekir. Cumhuriyetin aydınlanma idealleri kapsamında ‘kutsanan’, “yeni nesil sizlerin eseri olacaktır” sloganıyla taltif edilen öğretmenler, hiçbir zaman iyi maaşlara, güçlü sosyal haklara sahip olmadı; ama öğretmenliğin itibarı yüksekti. Bu ‘itibar’ın kökeninde cumhuriyet ideolojisinin ‘gericiliğe karşı bilginin ve öğrenmenin ışığı’ belagati vardı belki; ama burjuva cumhuriyetin sonraki yönetici sınıfları bu motivasyonu büyük oranda kaybetse de, ithal ikameci kalkınmanın yetişmiş eleman ihtiyaçları noktasında öğretmenleri ‘allamaya’ devam ettiler. Sanayinin, diğer kapitalist sektörlerin ve bunların devletinin ihtiyaç duyduğu, mühendisler, doktorlar, bürokratlar ve sair kadrolar, ‘öğretmenlerin elinden’ çıkacaktı. 12 Eylül ve bunu müteakip ANAP fazı, birikim rejimini değiştirip. Türkiye’yi uluslararası sermayenin, finans kapitalin bir oyun alanı haline getirirken, ‘gözde’ meslek ve uğraşlar da hızla değişti. Toplumsal işlevini yitiren, giderek özelleştirme furyasının bir kurbanı haline gelerek bir imtiyaza dönüşecek olan eğitim-öğretim için, ne romantik sloganlara ne de ‘fazla masraf’a gerek vardı artık. Toplumsal eğitim önemini yitirdiği oranda öğretmenler de hem ağır maddi kayıplara hem de sosyal itibar kaybına uğradı. 80’li yılların sonu ve 90’lar boyunca, yine başta öğretmenler olmak üzere kamu emekçilerinin bir sendikalaşma mücadelesi içinde olması, bu sınıfsal yıkımın dolaysız bir sonucudur. Örgütsüz öğretmenler ve kamu emekçilerinin özlük haklarının tasfiyesi daha kolay olmuş; büyük bedeller pahasına kazanılan kamuda sendikalaşma hakkı ise devlet yanlısı milliyetçi ve dinci sağcı ideolojik kampların hazıra konduğu bir sektörleşmeye zorlanmıştı. Mücadeleci öğretmenlerin sendikası Eğitim-Sen, her dönem devletin hedefi haline gelirken, öğretmenlik de her anlamda sahipsiz bir ‘kamu görevi’nden, özel sektörün acımasız esnek sözleşmelerine ve ‘atanamama’ diye kodlanmış yaygın işsizliğe varan bir çile alanına dönüştü. Son olarak Doğa Koleji öğretmenlerinin gasp edilen emeği, bu tablonun güncel bir görünümüdür.
Benzer kayıpları, yukarıda anılan filmlerde konu edilmiş küçük memuriyetler de yaşadı. 80’ler itibariyle, bankacılık ve finans piyasalarının diğer kurumlarındaki profesyoneller, her düzeyde dış ticaret eşrafı, reklamcılar, medya ve iletişim sektörünün ‘yeni düzen’e biat etmiş nevzuhur kadroları, darbeyle tıraşlanmış akademinin gönüllü Özalcıları gibi ‘beyaz yakalılar’ revaçtaydı. Özalizm, Özal’ın ‘orta direk’ adını taktığı kamu emekçileri ve küçük memurları maddi-manevi yıkıma uğratırken, bu yeni ‘orta sınıf’, bir kurt kanununun acımasız kurallarına uyma koşuluyla yukarıya doğru geçişlerin de ‘mümkün’, en azından ‘hayal edilebilir’ olduğu yeni bir fauna yarattı. Türkiye’nin bugün başta medya olmak üzere pek çok yerde karşılaştığı ve eminim ki çoğumuzun mide bulantısıyla maruz kaldığı ‘kadro’lar, bu faunadan yetişmiş profesyonellerdir.
Başta öğretmenler olmak üzere kamu emekçileriyle yeni beyaz yaka profesyonellerin bu sınıfsal ayrışmasından görece özerk kalan meslekler de oldu. Bunların başlıcalarının, mimar-mühendisler, doktorlar ve avukatlar olduğu söylenebilir. Bu meslek gruplarında yer alanlar arasında, hem piyasacı ‘yeni profesyonelleşme’nin olanaklarından yararlanan hem de toplumsal-toplumcu bir zaviyeden vazgeçmeyenler oldu. Kapitalist tekeller çok sayıda doktor, mühendis ve avukat istihdam etti, devşirdi, dönüştürdü; ama toplumsal muhalefet de hiçbir zaman doktorsuz, avukatsız, mühendissiz kalmadı. Bunda en büyük payın, bu meslek gruplarına ait birlik, baro ve odalara ait olduğu söylenmeli. Hekimler için Türk Tabipler Birliği, mimar ve mühendisler için TMMOB, avukatlar için Barolar, daima bir direnç noktası oldu. Bu meslekler, kapitalist sektörlerin ihtiyaçları doğrultusunda manipüle edilip yozlaştırılırken, Özalcı ve onu takip eden diğer sağcı yıkım müteahhitlerinin etki alanının dışında bir nefes alanına bu örgütler sayesinde sahip oldular. TTB, halk sağlığı sorunlarından devlet zulmü altındaki tutukluların koşullarına dek birçok konuda tarihsel bir rol oynadı. TMMOB ve bağlı odaları, Türkiye’nin doğal kaynakları ve tabiatıyla küresel sermayeye peşkeş çekilmesine yönelik pek çok haince girişime karşı barikat oldu. Barolar, daima bir hukuk ve adalet sorunu olan ülkede, egemenlerin vasi düzenine karşı ‘savunma’nın mevzilerinin kurulabildiği yargı organları oldular.
Bugünkü rejimin başta avukatlar, doktorlar ve mimar-mühendisler olmak üzere, meslek birliklerine yönelik kapsamlı saldırısı, 12 Eylül ve ANAP rejiminin işçilere ve kamu sektörü emekçilerine yönelik saldırısının organik bir devamıdır. Türkiye kapitalizmi, bugün vardığı noktada, kendi profesyonel departmanları için devşirdiklerinden başka, halk ve toplum çıkarları için davranan mühendis, doktor ve avukat istememekte, böyle davranma konusunda ısrar edenleri, kamusal fonksiyona sahip örgütlerini parçalayarak, siyasal gerilimin değirmen taşları arasında öğütmek istemektedir. 12 Eylül rejiminin silindirinin tamamen yok edemediği meslek birlik ve odaları ile Baroları kamusal işlevleriyle ortadan kaldırıp, parçalanmış ve devlet destekli sağcı siyasal sektörlerin etki alanına terk edilmiş etkisiz örgütlere indirgemeye dönük bu plan, 12 Eylül’ün yıkım projesinin yeni etabıdır. Öğretmenler ve kamu emekçilerinin yaşadığı maddi ve sosyal kayıplar, bu yıkım ihalesiyle doktorlara, mühendislere ve avukatlara doğru genişletilmek isteniyor. Fakat sorun, sadece bu meslek gruplarına ait kişilere dair bir sorun değildir. Bunların toplum yararını gözeten örgütlerinin tasfiyesi, tüm toplum için yıkıcı sonuçlar doğuracaktır. Rejim, siyasal olarak güçsüzleşmesine rağmen, Türkiye kapitalizminin bekası için tarihsel bir yıkım ihalesini üstlenmiş görünüyor. Kıdem tazminatları gasp edilmek istenen tüm emekçiler ile örgütleri dağıtılmak istenen meslek gruplarının ortak mücadele zemini de belki tüm topluma fatura edilecek bu yıkım ihalesidir.
* Bu konuda daha derinlikli bir değerlendirme, benim de görüşlerinden sıkça yararlandığım İsmet Akça’nın “1980 Sonrası Değişen Türkiye’de Hegemonya Projeleri ve Otoriterizmin Değişen Biçimleri” makalesinde bulunabilir. Makale şu derleme kitabın içinde yer alıyor: “Yeni Türkiye”ye Varan Yol, İletişim Yayınları, 2018