21 Ocak 2025’te sabaha karşı Bolu-Kartalkaya’da bir otelde
gerçekleşen yangın, ülkeyi dehşete boğan olaylar dizisinin son
halkası oldu. Yangında hayatını kaybeden 78 kişinin 36’sının çocuk
olması facianın dehşet vericiliğini kat be kat artırıyor. Sömestr
arasında kar tatili yapmaya giden aileler ve gecenin karanlığında
yaşanan can pazarı. Binanın yanarak kararmış ahşap cephesi ve
pencerelerden sarkan, birbirine bağlı çarşaflar, hem yaşananların
korkunçluğunu hem de binanın yangın tertibatının yetersizliğini
somutluyor.
Bugüne kadar gerek basında çıkan haberler gerekse teknik
raporlar otelin yangın güvenliği konusunda yeterli donanıma sahip
olmadığını belgeledi. (Özellikle İnşaat Mühendisleri Odası Ankara
Şubesi’nin hazırladığı rapor hem teknik bakımdan
derinlikli hem de teknik donanımı olmayan kişiler için
basitleştirilmiş bir versiyon içeriyor). Dahası, yavaş yavaş ortaya
çıkan ifadeler otel sahibi ve
yöneticilerinin yangına müdahalenin gecikmesindeki sorumluluğunu da
gözler önüne seriyor. On gündür süren tartışmaların iki ekseni var.
Birisi olayın siyasi sorumluluğunun kime ait olduğu (AKP’li
bakanlığa mı, CHP’li belediyeye mi?). Diğeri ise facianın ihmal ve
denetimsizlikten beslenerek, bir anlamda göz göre göre gelmiş
olması. Bu yazıda yaşanan faciayı yorumlamak için afet
kavramına başvurmayı önereceğim.
AFET KAVRAMI
Afet literatüründeki tartışmalar, beklenebileceğinin aksine doğa
olaylarının yarattığı yıkımların araştırılması ile başlamıyor.
Literatür, dışsal bir etkenin toplumsal yapıda yarattığı ani
kırılma ve aksamaların araştırılmasına dayanıyor. Yani ele alınan
ana problem, yıkıcı olaydan çok sosyal düzenin karşılaştığı tehdit.
Bu yüzden de afet literatürünün Soğuk Savaş döneminde, yani nükleer
savaş tehdidinin gölgesinde atılım yapmış olması şaşırtıcı değil.
Süreç içinde afet tanımının iki unsuru üzerinde uzlaşı gelişiyor:
dışsal bir olay(ın etkisi veya yarattığı tehdit) ve toplumsal
işleyişte kesinti. Türkiye’de daha çok deprem, sel, kuraklık,
kasırga gibi doğa olaylarının afet olarak tanımlanmasına alışkınız.
Bu tip olaylar dışında afet kavramını pek kullanmıyoruz. Oysa
uluslararası literatürde belli büyüklükteki kazalar da afet olarak
anılıyor (örneğin Çernobil felaketi veya Challenger kazası).
Yukarıdaki tanımlamadan (dışsal olay + toplumsal kesinti)
hareket edersek afetin doğa olaylarıyla sınırlanmasının anlamlı
olmadığı açık. Salgınlar, kimyasal veya radyoaktif sızıntılar,
patlamalar ve hatta büyük ulaşım kazaları bile afet olarak
tanımlanabiliyor. Burada afetin teknik tanımına girmeyeceğim.
Sadece bizim gündelik kullanımdaki afet tanımımızın
darlığının afetleri besleyen (kültürel) bir unsur olarak
düşünülmesi gerektiğine işaret edip geçeceğim.
Yapmak istediğim tartışma, daha çok afet kavramının
Kartalkaya’da yaşanan korkunç yangın faciasını anlamak ve
anlamlandırmak için faydalı olabileceği üzerine. Yaşanan felaket,
gerek öncesinde alınmayan önlemlerin yarattığı kırılganlık, gerekse
yaşandığı sırada yapılan müdahalelerinin zafiyetleri açısından
tipik bir afet görüntüsü veriyor. Ama bundan daha önemlisi, yaşanan
felaket bir işleyiş kesintisini de somutluyor; “toplumsal
işleyişteki” kesintiden çok “devletin işleyişindeki” kesintiyi.
Zira yangın, devletin işleyişinde yapısal bir aksamaya,
karşılaşılan yıkıcı olayla başa çıkamama halinin oluşmasına yol
açmış görünüyor. Üstelik devletin her üç bileşeni açısından.
Sırasıyla bakalım.
YASAMA
Her şeyden önce, haberleri ve yorumları okudukça, Kartalkaya’nın
ve burada bulunan otellerin neredeyse bir istisna mekânı olduğunu
öğreniyoruz. Bolu bir büyükşehir olmadığı için belediyenin
sorumluluk alanı kent merkezi (merkez ilçe) ve bundan biraz daha
geniş olan mücavir alan ile sınırlı. Ruhsat (izin) ve denetim
açılarından önemli olan bu sınırlar Kartalkaya’yı içine almıyor.
Aslında büyükşehir olmayan bir ilde belediye sınırlarının dışındaki
tüm yetki il özel idarelerinde. Ancak daha önemlisi şu; burada işin
içine sihirli bir kelime olarak “turizm” giriyor. Turizmin önünü
açmak gayesi, turizmi bir istisna halinin adı haline getiriyor
(bugün mevzuatımızda böyle birçok terim var). Turistik
işletmelerde, yani otel ve benzeri tesislerde imar ve ruhsat
yetkileri Turizm Bakanlığında. Bu teknik tartışmayı uzatmayacağım,
zira konunun mevzuat boyutu çokça tartışıldı.
Burada çarpıcı olan, sıradan vatandaş olarak olayı anlamaya
çalışırken karşılaştığımız Kafkaesk durum. Bir yandan sağlam
görünen bir yangın mevzuatı varken, ülke coğrafyasının en göz
önündeki noktalarından birinin yine mevzuat açısından gri bir alan
olabileceğini anlıyoruz. Oysa modern devlet gerektiği yerde olası
tüm kategorileri tek tek sıralar, boşluk bırakmaz; gerektiğinde
istisnasını kendisi tanımlar. Gri alan bırakıyorsa da bu yapısal
olarak anlamlı veya gerekli olduğu içindir. Türkiye’de -ve dünyanın
pek çok yerinde- son 40 yılda kural çerçevelerinin aşındırılması,
yani gri alanların oluşturulması neoliberalleşmenin aracı ve
sonucudur. İşte bu yüzden Kartalkaya faciası kaza değil afettir:
yasa olarak devletin, turizm-neoliberalizm ilişkisi karşısındaki
yapısal kırılganlığının bir sonucudur.
YÜRÜTME
İkinci olarak yürütmeye bakalım. Şimdiye kadar sorumluluğunu
kabul etmeyen, yaşanan olayın münferit, kaza veya takdir-i ilahi
olduğu savunmasını yapan birçok yetkili gördük. Ama “sorumlu ben
değilim diğeri” (“Bakanlık değil Belediye”) diye savunma
yapıldığını ilk kez görüyoruz. Bunun bir sebebi açık ki ülkedeki
politik yarılmanın her konuyu partizanlık çerçevesinde
siyasallaştırıyor oluşu. Ama daha çarpıcı olan, hükümet üyelerinin
artık kendilerini siyaset üstü devlet “adamları” olarak
görmediklerinin bu örnekte somut hale gelmesi. 90’ların kırılgan
siyaseti çerçevesinde bile bakanlar -ki milletvekilleri arasından
seçilen siyasi kişiliklerdi- kendilerini bu siyaset sınıfından
ayrışan, devlet otoritesinin taşıyıcıları olarak konumlandırmaya,
en azından böyle görünmeye çalışırlardı. Şimdi ise, yeni rejim ile
birlikte, siyasi kimliği olmayan (“seçilmiş değil atanmış”)
bakanlar, kendilerini belediye başkanlarıyla hizalandırarak
sorumluluktan kaçmaya çalışıyorlar. İşte bu yüzden Kartalkaya
faciası kaza değil afettir: Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi
denilen rejimin, bir otel yangını ile hiçbir düzeyde (ne
önlenmesinde, ne söndürülmesinde ne de soruşturulmasında) başa
çıkamadığını göstermiştir.
YARGI
Son olarak yargı. Yargının yangına ilk tepkisi, aslında artık
kanıksadığımız fakat kesinlikle normal kabul edilmemesi gereken-
yayın yasağı oldu. Bilgi kirliliğini önleme iddiasıyla koyulan
yayın yasakları, bildiğimiz ve her olayda tekrar gördüğümüz gibi,
tam tersi etki yapıyor. Güvenilirliği olan yayın organları haber
veremeyince güvenilmez sosyal medya kanallarının yaydığı bilgiler
ortalığı kaplıyor. Bunun ardından bilirkişi krizi geldi. Önce bir
bilirkişi raporu (ön rapor) hazırlanmakta olduğu söylendi, sonra bu
raporun (bakanlığı sorumlu gösterdiği için) iktidar tarafından
engellendiği ileri sürüldü. Derken (benim de okuduğum ve gayet
nitelikli bulduğum) bu rapor çeşitli kanallardan dolaşıma girdi.
Fakat benzeri görülmedik bir biçimde bu kez Adalet Bakanı bu raporu
“korsan rapor” olarak niteledi. Adalet Bakanının tavrı, yukarıdaki
paragraftaki tartışmayı da örnekliyor kuşkusuz. Ama daha feci olan,
yargının siyasallaşma düzeyine dair gösterdikleri. İşte bu yüzden
Kartalkaya faciası kaza değil afettir: birçok başka olayda olduğu
gibi, kimse sorumluların hakkıyla tespit edileceğine ve
cezalandırılacağına inanmıyor.
Kartalkaya’da yaşanan yangını bir afet olarak düşünmek, faciayı
daha kapsamlı bir çerçeveye oturtmaya imkân veriyor. Hepimizin
hissettiği gibi, bu münferit bir olay değil; yapısal dinamikleri
var. Ve bu yapısal dinamikleri afet kavramı ile düşünmek, felaketi
politik olarak kavramayı ve çözümlemeyi mümkün kılıyor; sebepleri,
ölümcüllüğü ve tekrarının önlenememesi boyutlarıyla.