Bir Afgan'ın öyküsü

Afganistan’dan Türkiye’ye gelmenin pek kolay olmadığını söylüyor Mehmet. İki, üç ülkenin sınırlarını kaçak geçmek zor olmuş. Yolda başına gelmeyen kalmamış. On beş kişilik bir grupla yola çıkmışlar, Türkiye’ye gelene kadar dört kişi kalmışlar.

Abone ol

Ömer Çiftçi 

Mülteci dünyanın kanayan yarasıdır. Savaştan bezmiş, yoksulluktan tükenmiş, işsizlikten kırılmış milyonlarca insanın öyküsüdür, mülteci olmak. Evinden, yurdundan kopanlar yabancısı olduğu topraklarda yaşamaya mecbur kalıyor.

Tek hayalleri zehirli gazları, bombaları, işsizliği ve açlığı geride bırakıp bir umutla yeni dünyalarını kurmaktır. Hayatları pahasına ölümü göze alarak denizden ve karadan geçmeye çalışan her mülteci savaşı, yoksulluğu, açlığı yabancısı olduğu toprakları yeğler.

Günümüzdeki birçok ülkenin yerüstü ve yeraltı kaynakları, zamanında sömürgeciler tarafından sömürülmüştü. Bunun bir örneği Afganistan’dır. Tıpkı birçok ülke gibi dışarıdan gelen istilalarla mağdur edilmiş ve en azılı sömürgeciler tarafından ülkenin etinden sütünden sonuna kadar faydalanılmıştı.

Afganistan’ın toprağına önce Birleşik Krallık ayak basar. Daha sonra 1979-1989 yılları arasında Ruslar Afganların yakasına yapışır. Ruslar kovulunca ülkeye huzur gelmesi beklenirken, ülke tam bir kaosa sürüklenir. ABD, El Kaide, Taliban hepsi kendisine göre bir nizam tesis etmeye girişirler.

Afganistan halkı, Ruslardan beri bir iki yıl hariç hep savaş gördü. Barutun kokusu Afganistan semalarında hiç dağılmadı. ABD bombaları, Taliban’ın canlı bombaları ve camilerde patlatılan bombalar hiç eksik olmadı.

Bugün Afganistan’ın kaderinin bir kısmı Taliban’ın, hatırı sayılır bir kısmı da NATO kuvvetlerinin yardımıyla Afganistan hükümetinin kontrolündedir. Fırsatını bulan her Afgan batan bir gemiyi terk eder gibi ülkeden kaçmaya çalışır.

Ülkenin bir bölümünü kontrol eden Taliban’a göre üniversiteyi bitiren Afgan gençler ya Taliban’a katılmak ya da ölmek zorundadır, üçüncü bir seçenek yoktur. Bu yüzden Afgan mezunlar ülkeden kaçmayı seçiyorlar. Ben bunu hukuk bölümünü bitiren bir Afgan gençten duymuştum. İstanbul’da bir şirketin yemekhane bölümünde çalışıyordu. Önce Kırgızistan’a sonra Dubai’ye ve en son Türkiye’ye sığınmıştı. Buradan da memnun değildi, BAE’ye gideceğini söylüyordu.

Ülkedeki herkes gibi kadınlar da çok mutsuz ve buruk bir yaşam sürdürüyorlar. Kadınların kimliklerinden dolayı gördükleri muamele ve şiddet başını almış gidiyor. Afganlar hem maddi hem de manevi yönden her gün fakirleşmeye mahkum ediliyor. Düzen ve istikrarın olmayışı, savaş ve yoksulluğun diz boyu olması, birçok dramatik öyküyü de beraberinde getiriyor.

***

Ufak bir gezinti sırasında Afgan Mehmet’le tanışmıştım. Mehmet 18 yaşında, esmer, baygın gözlü, sevimli bir çocuk. Konuşurken çok kibar gülüyordu. Dertten ve gurbetlikten epey yorulmuş gibi bakıyordu bana.

Onun öyküsü Türkiye’ye ilk ayak bastığı Van'da başlıyor. İlk işini çarşıda pazarda aramaya çalışırken, Ahmet Amca’ya denk gelmiş. Ahmet Amca da direkt kendi köyüne götürmüş, çobanlık yapması için.

Ailesini Afganistan’da bırakmış, para kazanıp ailesine göndermek umuduyla buralara göçmüş Mehmet. Abisi Ankara’da inşaatta çalışırken, o çobanlık yapıyor. Yalnız olduğu için pek de mutlu görünmüyor. Bir an önce abisinden gelecek haberi bekliyor. Çobanlık para kazandırmıyor.

Konuşmaya başladık. Gayet güzel bir Türkçesi vardı, buna şaşırdım ilk başlarda ama iletişimin kanalları açık olduğu için gayet hoşnuttuk ikimiz de. Sordum Mehmet’e: “Neden Afganistan’ı bırakıp burada çobanlık yapmayı seçtin.”

Mehmet: “Afganistan’da huzursuzluk, yoksulluk ve en önemlisi de işsizlik sorunu var. Taliban’la hükümet arasında yıllardır bitmeyen bir savaş var. İnsanlar gerçekten çaresiz ve perişan vaziyette.”

Afganların mutsuzluğunu dile getiren Mehmet haklıydı. Ülkenin dört bir yanına üşüşen birçok örgüt bulunuyor. Hangi örgütü saysan var. Sanırsın dünyadaki tüm örgütleri Afganistan’a toplamışlar. NATO, Taliban, El Kaide, IŞİD…” Her biri farklı bir ideolojiye sahip, farklı arzular peşine düşmüşler.

Afganistan’dan Türkiye’ye gelmenin pek kolay olmadığını söylüyor Mehmet. İki, üç ülkenin sınırlarını kaçak geçmek zor olmuş. Yolda başına gelmeyen kalmamış. On beş kişilik bir grupla yola çıkmışlar, Türkiye’ye gelene kadar dört kişi kalmışlar.

Afganistan’dan Pakistan’a geçerlerken, kaçak yollardan Belluçlar götürüyor. Pakistan’a geçmek onlar için pahalıya patlıyor. Pakistan’ın sınırları içine henüz girmişken onca para vermişsin, üstüne üstlük bazı Pakistanlılar açgözlülük ve fırsatçılık yapıyor.

Mehmet “Yeni ayak bastığımız bir Pakistan köyünde rehin alındık. Bizi kodes gibi bir yere tıktılar. Değerli eşyalarımızı ve üstümüzdeki paraları gasp ettiler. Bununla da yetinmeyip telefonla ailemizden fidye istediler. Sen beladan, sefaletten ülkeni terk etmek isterken, başka ülkede rehin kalırsın günlerce” diyor.

Birçok Afgan Avrupa’ya, Türkiye’ye gidebilmek için canından oluyor. Genelde fidye için öldürülüyorlar. Afganistan’dan kaçanların çoğu bunlardan haberdar ama mecbur hissediyorlar.

Kodeste ölebilirlermiş ama bir gece vakti duvarı kazıp kaçmayı başardığını söylüyor Mehmet. Grup olarak kayıpları olmamış.

Pakistan’ı geçtikten sonra grubu İran’ın dağlık coğrafyası ve sert kış mevsimi bekliyormuş. Yolculukları yorucuymuş. Metrelerce yağan karın altında üç gün yattığını söylüyor Mehmet. Bu dağlarda karın içinde ölenlerin olduğunu duymuşlardı ama bastıramadıkları arzuları ve umutlarının yanında şartlar hafif kalıyordu. Ne yapsınlar! Savaştan kaçıp kurtulmak istemesinler mi?

Mehmet, uzun zamandır Kürtlerin yaşadığı yerde yaşıyor, normalde Kürtçe öğrenmiş olması lazımdı. Ama o kusursuz Türkçe konuşuyordu. Dedeleri zamanında Türkmenistan’dan Afganistan’a göç etmiş ve yerlisi olup çıkmışlardı. Mehmet aslında Türkmenistanlıydı.

Afganistan diğer Ortadoğu ülkeleri gibi homojen yapılı değil. İçinde Peştunlar, Hazaralar, Türkmenler, Özbekler, Belluçlar var. Türkmencenin Türkçeden hiçbir farkı yok. Fakat Türkmenceyi Afganistan’da konuşmanın pek faydası olmuyor. Ülkede Peştunca bilirsen kimse hesap sormaz. İşlerin daha kolaylaşır, ötekileştirilmezsin.

Afganistan’da mezhep olarak Sünni, etnik olarak Peştunlar baskın olduğu için hem siyasi hem de sosyokültürel anlamda ülkenin kaderinde rolleri etkindir. Ülkenin yüzde 80’i Sünni iken, yüzde 19 gibi bir kısmı da Şii mezhebine mensup olan Hazaralar'dan oluşuyor. Hazaralar alt sınıf/azınlık olarak hor görülmekte, aşağılanmaktadır. Khaled Hosseını’nin romanı “Uçurtma Avcısı”nda Peştu-Hazara ilişkisinin yankılarını görebiliyoruz. Hazaralar kendi ülkelerinde yıllardır tedirgin ve diken üstünde yaşamlarını sürdürmeye çalışıyor.

Epeyce konuştuktan sonra Mehmet’le vedalaştık, belki daha sonra birbirimizi görmeyebilirdik. Mehmet’in öyküsü Afganistan’ın kara bahtında saklı. Onu Türkiye’ye getiren savaş ve yoksulluktu. Bu sohbetimizden birkaç gün sonra bir kamyonun kasasında genç, yaşlı, çocuk yaklaşık yüz civarı Afgan mahallemizin bir sokağında alelacele indirilmişti. Hepsi jandarma takibinden kaçıyorlardı.

Çok üzülmüştüm, hiç bu kadar çok kişinin evinden, yurdundan koptuğunu görmemiştim. Bahçelerden, duvarlardan geçerken birkaçı ile göz göze geldim. Biri eliyle telefon işareti yapıp kulağına götürerek “Lütfen, bizi jandarmaya ihbar etme” manasında iletişim kurmaya çalıştı. Yüzümde derin bir anlamsızlık hakim oldu. Bir sürü Mehmetler! Hepsi çaresiz, aç, yorgun, yabancıydı. Önlerinde daha çetin bir gelecek vardı belki de. Kim bilir?