Bir ailenin sırtındaki şüphe yükü

Monika Helfer'in 'Yük' romanı Düşbaz Kitaplar tarafından yayımlandı. Helfer kitapta, Birinci Dünya Savaşı'nın ortasında bir aileyi kuşatan şüphe ve sessizliklerle örülü bir hikâye anlatıyor.

Abone ol

Birinci Dünya Savaşı, tarihte özel ve acı bir yere sahip; ilk topyekûn savaş olması ve milyonlarca kişinin ölmesiyle yirminci yüzyıla yön vermesi başlı başına bir hikâye. Erkeklerin cepheye gittiği, kadın ve çocukların gitmiş kadar olduğu, kimilerinin cepheden zafer sarhoşluğuyla ve kimilerinin de bir ömürlük utançla memleketine döndüğü büyük bir savaştı bu.

1914’te başladığında “en geç Noel’de biter” denen Birinci Dünya Savaşı, başka pek çok hikâye barındırıyordu. Mesela cephedeki eşinin yolunu gözleyen kadınların, ailelerin ve çocukların sırtına taşımakta zorlandıkları sorumluluklar binmişti. Kuşkular ve suskunluklar ise bu sorumlulukları daha da ağırlaştırırken evlerine dönenler, bu ikisiyle hesaplaşmak durumunda kalmıştı.

Monika Helfer de 'Yük' isimli romanında, savaşın ortasında bir aileyi kuşatan şüphe ve sessizliklerle örülü bir hikâye anlatıyor. Eşi Josef’in askere çağrılmasıyla köyde kalan Maria’nın, diğer kadınların kıskanç tavırlarıyla ve köyün erkeklerinin arzularıyla yüzleşmesi hikâyenin önemli bir yönü. Diğer taraftan, savaş sırasında doğan iki çocuğu üzerinden kaynatılan dedikodu kazanı ise boğucu ortamın tuzu biberi.

Maria’nın maruz kaldığı ithamlar ve Josef’in izin alıp köye geldiği dönemlerde ikili arasında yaşanan gerginlikler ise aile hikâyesinin bir başka yola girmesine neden oluyor.

GÜZELLİĞİ BAŞINA DERT AÇAN MARİA

Helfer, başlangıçta her şeyin güzel olduğu fakat sonra Birinci Dünya Savaşı’yla havanın bozduğu bir aile tablosu çiziyor. “Gerçeklik, soğuk ve acımasız bir rüzgâr gibi” bu tablonun içine esiyor kısa sürede. Maria’nın eşi Josef’in Eylül 1914’te askere çağrıldığını öğrenmesi ise kuşkuların, gerginliğin ve sürtüşmelerin fitilini ateşliyor.

Anlatıcı, herkesin Grete dediği ve gerçek adı Margarethe olan annesinin doğumuyla birlikte, Maria’nın ve Josef’in evliliğinde yeni bir aşamaya geçildiğini hatırlatıyor. Anlatıcının dedesi, Grete’yle birlikte savaş sırasında dünyaya gelen çocuğa, diğer dört kardeşin aksine soğuk davranıyor. Hatta Grete’ye dokunmuyor bile. Tabii bunun evveliyatı var.

Yük, Monika Helfer, ÇevirMen: Levent Tayla, 128 syf., Düşbaz Kitaplar, 2021.

Maria ve Josef, yaşadıkları köyde haklarında çok konuşulan, daha doğrusu tevatürler üretilen bir çift. Josef’in suratının asıklığı ve Maria’nın mutsuz görüntüsü, ahalinin ağzına sakız oluyor. Üstelik Maria’nın güzelliği, Josef’in varlığı nedeniyle harekete geçemeyen köyün erkeklerini cezbediyor. Böyle bir ortamda Josef, Avusturya’nın Sırbistan’a savaş ilan edişini izleyen günlerde askere çağrılıyor.

Köydeki pek çok erkek Josef’e yollanan celbi bir fırsat olarak algılıyor; postacısından belediye başkanına kadar ahalinin önemli bir kısmı, eşinin yokluğunda “Maria’yla ilgilenme” ve “ona göz kulak olma” hayali kuruyor. Köyün erkeklerinin ilgisine paralel şekilde onların eşleri, gizliden gizliye kendilerine rakip olarak gördükleri Maria’ya hasetle bakıyor.

Josef cephedeyken yalnız kalan Maria’yı sadece köydekiler değil, dışarıdan gelen erkekler de takibe alıyor. Bu, bazen hayranlığın ötesine geçiyor ve tıpkı köyün rahibinin yaptığı gibi Maria’nın fiziksel özelliklerini ve hamileliğini sorgulamaya kadar varabiliyor.

Anlatıcı, bu noktada annesinin, anneannesi Maria’ya dair yorumunu hatırlatıyor okura: “Benim güzel anneannem, hem bir örnek hem de bir kınama vesilesiydi. İyi olan her şeyi ona bağlardı ama yaptığım bir şey annemin hoşuna gitmediği zamansa ‘Dikkat et de onun gibi olma’ derdi. Anneannemin iyi yanı uysallığı ve herkesi dinlemesiydi. Herkesin dinlenmeyi hak ettiğini, üstelik sonuna kadar dinlenmeyi hak ettiğini ve konuşmanın nerede biteceğine konuşanın karar vereceğini düşünürdü. Bazen anneannemin uysallığının ilgisizlik ve heyecansızlıktan kaynaklandığını düşünürdüm. Kabul etmek gerekir ki diğer iyi bir huyu da kindar olmamasıydı. İyi olmayan yanıysa sadece güzelliğiydi. Bu da sonuçları sebebiyle iyi kabul edilmiyordu.”

'BİZ HİÇBİR ZAMAN ÖZEL OLMAK İSTEMEZDİK'

Josef savaştayken hamile Maria, köyün kadınlarının ve erkeklerinin şimşeklerini üzerine çekerken ahali, onun duygularını ve hislerini dikkate almıyor. Anlatıcı, köydekilerin eksik bıraktığı bu konuları, babası cephedeyken doğan annesinden aldığı bilgileri ve öğrendiği ayrıntıları yorumlayarak tamamlıyor.

Geçmişle bugünü birbirine bağlayan ve anlatıcının belli sonuçlar çıkarmasını sağlayan aile hikâyesinde, Grete’nin kardeşleri yani anlatıcının teyzeleri ve dayıları da önemli roller üstleniyor. Onlardan biri Kathe Teyze: “Anları korkunç bir kargaşa gibi kabul etmek gerek. Ancak dramatik bir kurgu içinde kâğıda döküldüklerinde bir düzene girer onlar. ‘Tıpkı yaşamın kendisi gibi.’ Bu da Kathe Teyzemin sözlerinden biri işte. Özellikle bizimkilerin yaşamı gibi. Biz hiçbir zaman özel olmak istemezdik. Anneannem de istemezdi. Ama biz özeldik. Utançtan iki büklümüm. Sanırım anneannemin özel olmak gibi bir şansı yoktu. En ortada o duruyor. Bütün ölmüşler onun ayaklarının dibinde. Ama bu, hepsinin cehennemde cayır cayır yandığı anlamına gelmiyor.”

Josef’in uzak olduğu dönemde köye gelen ve Maria’nın hayranlık duyduğu yabancının varlığının yanı sıra üstüne vazife olmayanlar tarafından Maria’nın hamile kalma zamanının hesaplanması, ailenin sırtını kamburlaştıran bir şüphe yüküne dönüşüyor: “Kısa zaman içinde köyde Maria’nın karnındaki bebekten, yapılan hesaplamalardan ve hesaplamaların sonuçlarının tümünün Maria’nın aleyhine çıktığından haberdar olmayan kalmadı. Pis bir dedikoduydu bu. Bu yükçü hakkında çıkan dedikodular giderek artıyordu. Babaları kimsenin doğru dürüst ne olduğunu bilmediği dolaplar çeviriyordu. Anne fazla güzeldi. Babaları asker olarak kayırılıyordu çünkü hem hâlâ hayattaydı hem de iki kez izne gelmişti.”

Grete’nin doğumu öncesinde ve sonrasında aile içinde ve dışında yaşananlar, savaşın yarattığı bulanık ortamla birleşiyor. Anlatıcı, hatıralar arasında gezerken hem aileyi zorlayan kuşku ve boşlukları hem de annesinin (ve onun ailesinin) hikâyesini bir bütün olarak keşfediyor. Bu keşif de aile hikâyesinin yekpare olmadığını gösteriyor.

'Yük'te Helfer’in anlattığı hikâye, artık hayatta olmayan kendi aile üyelerine ait. Yazar onları toprak altından çıkarıp son bir kez konuşturuyor; şüphe ve sessizlik yükünü, hem kendi sırtından hem de onların omuzlarından alarak hesap defterini en azından edebî babta kapatıyor.