Bir avuç köz: Bu biziz işte
Filiz Özdem'in romanı 'Bütün Ateşler Söndüğünde' Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı. Özdem, aşkta ihmal edenlerle edilenlerin tarihini ele alırken, bütün acıların nasıl kül olduğunu anlatıyor.
Gürsel Korat
Yazıyla uğraşanlar, yazının da yazanla uğraştığını bilirler. Filiz Özdem, son romanı 'Bütün Ateşler Söndüğünde' ile yazının iç sesinden önemli bir pay alarak çıtayı yüksekte bir yere koymuş görünüyor. İşte buradan yolları apayrı iki evrene birden giriyoruz ve yazar burada iki ayrı iç sesle yoluna devam ediyor.
Bir olayı yerinde ve doğru anlatmak yazara zevk verir, bu doğru. Ancak duyguları ön plana alarak anlatmanın yaşanan zamana baktıran dinamizmi de okuru ele geçirir. Filiz Özdem ikisini birden seçiyor, hem olayı anlatıyor hem de derin acılarla okuru yüzleştiriyor. Yazar, bu romanında ateşi tutuyor, kızgın potaları deviriyor, okuyucuyu derinden yakıyor.
Roman, dindar Asaf’la, dinle imanla pek arası iyi olmayan Pervin’in anlattıkları üzerine kurulu. Birbiriyle pek örtüşmeyen bu iki insanın ortak yanları olduğunu, yaşamlarının benzeştiği ağların nasıl da ilmeklendiğini izleyerek ateşin başına oturuyoruz. Asaf’la ilkin bir mezarlıkta, ölen oğlunun yasını tutarken karşılaşıyoruz. Suların çekip aldığı oğlunu. Sırayla bir Asaf, bir Pervin konuşuyor. Ama aralarda bir geçiş aforizması mutlaka var. Bu aforizmalarda romanın dikey olarak ilerleyen akışını yatay olarak çoğaltan bir yan var: “Derler ki” diyerek sesleniyor yazar, burada olayın akışını yoğunlaştırıyor ve bir körük gibi rüzgârı harekete geçirerek yangını çoğaltıyor: “… tuzdan bir kefen kaplar suda yiteni”, “…görüntü bir mevsimdir, çabuk geçer”, “…merkez aslında en uzakta olandır.” Bu sözleri ettiği yetmezmiş gibi “…onulmaz yaraların kökü içtedir. Onlar ki, tenlerine sürerler merhemleri” derken Filiz Özdem’in henüz kılıfı açılmamış pek çok sözün hamurunu yoğurduğu ve okuru daha nice sözlerin beklediğini söyleyebilirim.
Köpeği Kıtmir’le beraber, tarihe bir gönderme tabii, bütün acıları aslında bilerek çekiyoruz der gibi, bir mezarlığın önünde inleyip ağlayan Asaf’ın acısıyla yüzleşiriz önce: Bugünle yüzleşen insanın hep düne ayak bastığını görerek derin, sızılı bir düşüncenin içine gireriz. Fakat Pervin, rüyalarını analiz edip anlamları üzerinde düşünebilen bir kişi olarak gerçekçi bir insandır. Ne var ki Asaf gibi dışsal olaylara göre değil içsel çağrışımlara göre hız kazanır. İlkin Pervin’in bir gençlik grubuyla deniz kenarında eğlenirken kendini içeriden fark ettiği bir durumu gözleriz: “Kızlı oğlanlı bir balık grubunun içine düşmüştüm sanki. Hepsi güneşin ve suların çocuklarıydı. Bense ayın ve bataklıkların kızıydım” derken onun insani niteliklerini fark eder ve şu sözüyle kendimizle ilgili bir gerçekliğe uyanırız: “Sanırım gençliğimi orada fark etmiştim (…) Biz şarkı söylüyor içleniyoruz. Hayat bize neler verecek bilmiyoruz. Yolların ne kadar çatallanacağını bilmiyoruz. Hangi tarihte öleceğimizi bilmiyoruz. Ne kadar gözyaşı dökeceğimizi, kaç kahkaha atacağımızı bilmiyoruz. (…) her şeye kadir olabileceğimizi sanıyoruz, başımızı bilmişçe sallayıp duruyoruz. Aşkın tek bir tarifi olduğunu sanıyoruz. Ben henüz Can’a âşık olmamışım…”
Pervin, Can’ın iflah olmaz bir âşığıdır. Fakat Can, Pervin’i tutkusuz sever, hatta onu üzer ama en son sığındığı liman hep Pervin’dir. Gazete’de Pervin Abla köşesinde okuyucu mektuplarına yanıtlar veren Pervin, aldığı mektuplarla kendisi arasında bir ilişki de kurarak genelde insanların benzer yollardan geçtiğini çıkarsamaya başlıyor: “Aşkta hakikate yaklaştıkça sahteliğe varıyordun. İşte bu nedenle âşık en büyük kalpazandı belki de. Göğüs kafesimizi yuva bilen ‘kalp’ ile sahte anlamına gelen ‘kalp’ kelimesinin aynı vurguyla okunmasa da aynı biçimde yazılışı kimsenin aklını karıştırmıyor muydu?” (s.32)
Takıntılı bir aşka düşen Pervin, nasıl bir bekleyiş ve gönül kırgınlığı içinde olduğunu anlatmaya işte böyle başlıyor.
Marangozluk eden Asaf, düşleri yorumlamayı geleneksel yollarla gerçekleştiren, tek tanrılı dinlerin kodlarına göre davranan bir insan olduğu halde tuzlu sularla ve dalgalarla boğuşan bir insan olarak yoluna devam etmeyi seçiyor ve Pervin’in gerçekçiliğinden uzak bir düşsel yolculuğun parçası olarak yaşıyor. Pervin’e göre ise Tanrı dişil ve eril iki gücün birleşimidir: Bir tür symbolon gibi. Yunan efsanelerindeki dört bacaklılar gibi. Her biri aşkın kendisi olan ama onu aramaya çıkmış insanlarız bizler. Bu yönüyle Asaf’tan uzak sanılsa da Asaf’ın düşlerindeki mecazilik okuru doğrudan Pervin’in huzuruna getirir. Dolayısıyla bu romanın asıl anlaşılması gereken kişisi kimdir, baş kişi hangisidir sorusu netlik kazanır: Anlatılan Pervin’in hikâyesidir. Asaf oğlunun ölümüyle biraz düşsel olana dalmış biriyken, Pervin okur mektuplarıyla kendi durumunu konumlandıran bir insan olmaktadır. Asaf kendisini “genç sanan büyük anne” dolayımıyla tartarken, Pervin mektuplar sayesinde kendini anlamaya başlamıştır. Asaf karısına kadınlık verenin erkek olduğunu düşündüğü halde gerekeni yapmadığını söylerken, Pervin karşılık beklemeden sevmeyi deneyimlemektedir. Bu yönüyle ikisi de başka yaşantıların benzer bağışıklıklarını edinmişlerdir. Pervin’in Can’a olan tutkusu bir ömrü yiyip bitiren bir kaybediştir. Asaf ise aynı kaybı Perviz adlı bir kadına duyduğu aşkla yaşar ve onun başka biriyle evlendiğini öğrenir, sonra da onu unutur. Burada gerek Asaf’ın gerek Pervin’in deneyleri benzeşmekte ve aşkı başka mekânlarda kavrayıp benzer sonuçlara varmaktadırlar. Böylece derin aşkların yıkıcı olduğu sonucuna varırız. Belki de insanların doğası böyledir ya da bu yollardan geçerek “Toplumsal olarak hayatı bu deneylerden geçerek öğreniyoruz” deyip işin içinden çıkarız.
Asaf, Beşgül’le evlenir. Ona rıza göstermiştir. Durumu Pervin’in Can’a yakınlığına benzer. Can bütün kadınlarla derin aşklar yaşamakta, kendini tutkuyla seven Pervin’e ise yaslanmakla yetinmektedir. Bu romanda Filiz Özdem, aşkta ihmal edenlerle edilenlerin tarihini ayrı ayrı ele almakta ve bütün acıların adım adım nasıl korlaşıp kül olduğunu anlatmaktadır. Belki de bu yüzden “Derler ki” dedikten sonra soluklanıyoruz ve “Hayat, asıl vazgeçtiğinde başlayandır” diyerek yeni bir yola çıkıyoruz. Kitaptaki vecizeleri tek tek yazarak burada bağlam olmaksızın tüketmek istemiyorum ama ben Filiz Özdem’e yazdığım bir vecizeyle bu yazıyı noktalamalıyım ve okuyucuya iyi okumalar dilemeliyim:
“Derler ki beyhude diye de bir şey yoktur. Boş yere zannettiğin acılar, bizim kendi acılarımızla yüzleşmemizi sağlar.”
'Bütün Ateşler Söndüğünde', beklenmedik dokunuşlarla ilerleyen bir roman. Acı çekerek okunuyor ama romanın sonunda bir kapı açılıyor ve bir adam “Buyurun” diyor ansızın; konuşmayı unutmuş birinin tarazlı çıkan sesiyle “Buyurun” diyor.