Bir basit soru: Kürtler neden düşman sayılıyor?

Şu basit sorunun mâkûl insana göre cevabı var mı: Neden bir ülke nüfusunun beşte biri ve dışarıdaki akrabaları o ülkeye kafadan düşman sayılıyor?

Abone ol

ÜMİT KIVANÇ

Dışişleri bakanlığında yıllarca Ortadoğu, özellikle Irak-Suriye konusunda mesai yapmış eski Erbil Başkonsolosu Aydın Selcen Twitter’da bir soru sordu; ve millet-i hakimenin cibiliyeti, cehaleti, soru sormazlığı ve başka vahim şeyler bir defa daha tam tekmil ortaya döküldü. Irak’ı, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni, sınır ötesindeki şartları, ilişkileri pek iyi bilen eski diplomat, Türkiye’nin niye sırf sınır ötesindeki Türkmenler konusunda “hassasiyet” taşıdığını, nüfusumuzun yaklaşık beşte biri Kürt’ken neden Irak ve Suriye Kürtleriyle ilgili olarak aynı “hassasiyet”in gösterilmediğini sordu. (Türkmenler konusundaki hassasiyetin de o insanların mezhebine göre “tahsis edilişi” şu anda konumuz dışında kalıyor.)

Şahsen, hiçbir konuya devlet eksenli, devleti esas alarak veya devlet açısından bakmayan biriyim. Türkiye’nin Osmanlı mirasını temsil iddialarıyla sağa sola saldırması fantezilerine, Musul-Kerkük hezeyanlarına falan da hep karşı çıktım. Yani Türkiye’nin sınır ötesi etkinliği derdim değil. Kendi memleketimizde insan gibi yaşayalım, etrafta da çoğulculuk, demokrasi, medeniyet iştahı uyandırabilelim, başkalarına tesirimiz olacaksa böyle bir şey isterim. Dolayısıyla, Türkiye Cumhuriyeti ne yapar eder de bölgesinde hegemonik bir güç olur, bunu sorun etmiyorum, edene iyi gözle bakmıyorum.

Lâkin Türk devletinin politikalarına yön verenlerin neden kendilerine bölgede etkinlik imkânını çok daha kolay sağlayacak yollar yerine çok daha meşakkatli, hattâ çıkışı imkânsız karanlık tünelleri tercih ettiklerini düşünmeden edemiyorum. Politikayla uğraşıyor, gazetecilik yapıyorsanız buna takılmamanız mümkün değil.

HERKES ETKİNLİK İSTİYOR; EE?

Meşrebe göre şu ya da bu renge bürünse de, bölgesel etkinlik hayalleri, memleketteki hakim siyasî akımların, stratejici-jeopolitikçi tayfasının, merkez sağdan merkez sola geniş yelpazeyi kapsayan müteahhit lobisinin, ihracatçı zümresinin, Avrasyacısının, Orta Asya’cısının, Osmanlı’cısının, bir kısım askerin, bürokratın, velhâsıl olan biteni belirleme imkânına sahip onca ayrı grubun düşlerini süslemiyor mu? Süslüyor. (Kibarlık olsun diye süsleme kavramını tercih ettim; nasıl, yakışmış mı?)

Peki, içeride Kürt sorununu çözmüş, sınır ötesindeki Kürtlere “akraba” muamelesi yapan -ki, hakikat bu aslında- bir Türkiye’nin mi bölgede etkinlik şansı fazladır yoksa şu andaki “Kürt anasını görmesin”ci Türkiye’nin mi?

Elbette ilkinin. Üstelik Türkiye, ekonomik bakımdan çevresindeki ülkelerden daha gelişkin. Bu da iyi, sakin, ılımlı ilişkilerin hüküm süreceği bir ortamda etkinliğinin otomatik olarak artması demek. Ekonomisi, kültürü gelişmiş ülke komşularını da başka toplumları da etkiler. Kaçınılmaz.

Oysa Türkiye ne yapıyor? Hem kendi içinde hem etrafında mütemadiyen hoşnutsuzlar, mağdurlar, giderek düşmanlar yaratıyor. Aslında işine gelecek ortamı, huzuru, sükûneti bizzat bozuyor, bozulanı daha fena hale getiriyor. Kapsayıcı olmak yerine ayırıcı, bölücü: Hem ülkesinde pek çok farklı kesimi mağdur azınlıklar haline getiriyor hem de sınır ötesinde toplumları birbirine düşürebilecek ayrımcı politikalar izliyor. Kendini güvenilmez ve tehditkâr kılıyor. Kendine üstünlük sağlayabilecek ekonomisinin uzun vadeli sağlamlığını, istikrarını kısa vadeli vurgunculuk ve toplumsal tahakküm operasyonları uğruna riske atıyor. Zar zor gelişmiş kültürel hayatını orasından burasından buduyor, fikir ve sanat ağacını kökünden koparmaya çalışıyor.

SAĞDUYULU VATANSEVER POLİTİKA PEKÂLÂ OLABİLİRDİ

Sağduyulu bir vatansever politika, Kürtleri kapsamayı gerektirirdi; bunu öngörür, “kırmızı çizgi” yapar, mezhepler-üstü, uluslar-üstü bir barış ve anlaşma düzeninden herkesin çıkar sağlayacağı tezini işlerdi. Komşu devletlerin dargörüşlü milliyetçileri tedirgin olacaklarsa, topraklarındaki Kürtlerin Türkiye’ye yönelik sempatisinden tedirgin olurlardı.

Ahmet Davutoğlu’nun “komşularla sıfır sorun” sloganı ve memlekette çoğulculuk ve demokrasi “tehlikesi” belirdiği için birden iptal edilen “Çözüm Süreci”, açıkçası, bende nihayet devlet içinde birilerinin de bahsettiğim açık gerçekleri fark ettiği yanılsamasını yaratmıştı. Elbette “insanlık nâmına” değil, devletin çıkarı için gireceklerdi bu yola, ama olsun, sonuç hayırlı olacak gibi görünüyordu.

'DEVLET AKLI' SAHİDEN AKIL MI?

Şimdi anlıyoruz ki, bizde “devlet aklı” denen şey maalesef kavramın çağrıştırdığı üzre “akıl” değil. Daha çok takıntı. Sorgulanamaz, şüphe duyulamaz, şüphelenilmesi teklif dahi edilemez bir mutlak hakikat heykeli. Öyle bir maddeden yapılmış ki, artık başka şekil verilemiyor, şurası burası düzeltilemiyor, güzelleştirilemiyor.

Daha vahimi, toplumun önemli bölümü de kendini devlet sanıyor, öyle düşünüyor ve davranıyor. Ve en az devlet kadar sorulara, başka fikre, tartışmaya kapalı, üstelik saldırgan.

Şu basit sorunun mâkûl insana göre cevabı var mı: Neden bir ülke nüfusunun beşte biri ve dışarıdaki akrabaları o ülkeye kafadan düşman sayılıyor?

Yukarıdan beri yaptığım da aslında buna bağlı ikinci soruyu sormak: Aksi yapılsa o ülkedeki çoğunluk da daha rahat etmeyecek mi? O ülkedeki hayat daha güzel, daha huzurlu olmayacak mı? Herkes beraber daha müreffeh olmayacak mı?

Bunu neyin engellediğini ararken insanın ayağının “ırkçı takıntı” ve “tahakküm hırsı” gibi sakil, ayıp şeylere takılması ne utanç verici. Sahiden üzerinde tahakküm kurulacak azınlıklardan mahrum kalma endişesi midir, nüfusu yakında 80 milyonu bulacak koskoca ülkenin devlet politikalarına ve toplum çoğunluğunun duygu dünyasına yön veren?

Aydın Selcen’in sorusuna verilen cevaplardan hareket ettim, ama bunlar aslında maalesef kültüre, hattâ ekonomiye, hattâ bizzat sağduyuya ihtiyacımız olup olmadığı şüphesini yaratıyordu. Göründüğü kadarıyla bize yalnız devlet lâzım; o da savaşsın yeter; gayrısı fuzulî.