Bir başka tüketim mümkün
Korona virüsü felaketi, her şeyin hızını kesen bu felaket, soğukkanlı düşünebilme, tefekkür imkanı sunması açısından çok acılı ama önemli bir imkan. Nereye yetişiyorduk insanlık olarak? Arkasına saklandığımız "free trade" yalanının sonunda bir yerden yırtılacağını bilmek için kahin ya da bilim insanı olmaya gerek yoktu.
Ethem Özgüven*
Türkçeye son çevrilen kitaplarından “Yorgunluk Toplumu” adlı eserine Byul Chul Han şöyle başlıyor: “Her çağın kendine özgü hastalıkları vardır. Nihai olarak antibiyotiğin keşfiyle sona eren bakteriyel hastalıklar çağı gibi. Gribal salgınlar karşısında duyulan muazzam endişeye rağmen bizler bugün viral çağda yaşamıyoruz. Bağışıklık tekniği sayesinde o çağı çoktan geride bıraktık.” Ne büyük yanılgı. Sanıyorum kendisi İsviçre veya Almanya’da yaşıyor. Tartışılmaz zekası ve kavrayış üstünlüğüne rağmen İsviçre gibi bir yerden dünyaya bakmanın görüntüyü ne derece kırdığının açık bir göstergesi bu. Hayır, dünyayı yola sokamayız. Hayır hiçbir şeyi yenmedik. Yaşam yenme yenilme süreçlerine indirgenemez. İndirgenmese daha iyi olur.
Aslında bu yazıyı yazmak da dahil, yaptığım eylemler, içinde bulunduğum sürekli mağlubiyet halini güçlendirmekten başka bir işe yaramıyor. Kendimi sözüm ona muhalif sayıyorum. Bundan büyük mağlubiyet olabilir mi? Ömrümün yaklaşık yarısı, oy vermediğim hükümetler dizisiyle geçti. Belki de üçte ikisi. Belki de tamamı.
Bir süre önce kızıma bir kazak aldım, ilk yıkamada bozuldu. Hiçbir sonuç alamadığımız için tüketici mahkemesine verdik ve hâlâ sonuç yok. Bir kargo şirketi geri yollamayın yarın alacağım dediğim paketi geri yolladı ve geri yollama parasını da aldı. Defalarca telefon üzerinden, ofislerine giderek şikayet ettim üç aydır geri dönmediler. Şimdi bir spor malzemesi üreten şirket ve bir taşımacı şirkete karşı yüzde yüz haklı olduğumuz konumlarda hiçbir şey yapamıyoruz. Bırakın hükümetle falan uğraşmayı. Kız kardeşim çok akıllıdır, bir çözüm varsa bulur diye aradım. "Unut gitsin ve sinirlenme" dedi. "Kesinlikle geri almazlar ve çıldıracak hale gelirsin." Bir de muhalif olacağız. Peki en ufak haklarımızı bile alamazken bu nasıl olacak?
Yedi yıldır yaptığımız ekolojik belgesel festivalinin mottosu, yaklaşık yirmi beş yıldır kullandığımız bir slogan; “yerel, küçük, yavaş”. Bu üç kavramı özellikle de devlet dediğimiz yapının yetersizliği, hantallığı ve zengini kayıran tavrı tüm dünyada açığa çıktıktan sonra yeniden düşünmek gerekiyor. Çin’de başlayan grip ABD’de en büyük hasarı yarattı şu ana kadar. Neredeyse bu virüsü ABD’nin yarattığı hurafesine inanası geliyor insanın. Çünkü son asırda, tüm makro politikaları dönüp onlara büyük zararlar verdi. Vietnam, Afganistan ve Taliban, Meksika sınırına duvar… Türkiye’de devlet hâlâ dış sermaye girişi ve Kanal İstanbul gibi konuları akıl sağlığımızla alay eder gibi öncelerken biraz düşünebilen herkes bundan sonra çok farklı bir dünya düzenine geçeceğimizi görebiliyor. Mecburen.
Ana akım medyaya göre, dünyadaki tüm borsalar yüzde 25 civarı küçülmüş. Demek ki yüzde 50 küçüldü. Ana akım medyaya göre, 31 Mart 2020 günü itibari ile dünyada ölüm sayısı kırk bin. Demek ki bu rakam hakikatte seksen bin. Eski köhne bilgi kaynaklarımızın en önemlilerinden ana akım medya her şeyi istediği gibi demonte etmekte, farklı aynalardan yansıtmakta, bozmakta usta. Örneğin Çin’de bu hadise başlamadan önce de dünya korkunç felaketler içindeydi fakat ana akım medya için bu durum önemli değildi. Belki bugün koronadan her gün kaybettiğimiz insan sayısına yakın sayıda insan her gün Akdeniz’i geçerken boğuluyordu. Ama onlar üçüncü dünyanın kıymetsiz rakamlarıydı. Birer istatistik rakamdı onlar. O nedenle böyle bir histeri yaşanmıyordu. Üstelik boğulurken kimseyi, özellikle de dünyanın sahiplerinden beyaz ırktan birini dibe çekmiyor, sessizce karanlık denizde büyük acılarla ölüyorlardı; küçücük çocuklar anneler, dedeler, yeni gelinler.
Nobel ve benzeri saygın ödüllerin kime verildiğine dikkat etmek gerekiyor. Bu ödül doğuluya, üçüncü dünyalıya verilirken ya Malala ve Nadia Murad gibi defalarca tecavüz edilmiş, ölümden dönmüş karakterlere, yani insanın aklının alamayacağı bir mağduriyetten mucize eseri sağ çıkmış ve hâlâ mücadele eden olağanüstü, insanüstü mağdur karakterlere; batıya verilirken ise doğudaki mağdurları koruyan aktivist karakterlere veriliyor. Sözün özü, dünya zaten büyük bir kriz ve felaket yaşıyordu ama bu yalnızca doğulunun, üçüncü dünyalının canını yakan bir süreçti, batıda işler yolundaydı. Batı’nın da batısında tabii. İşsiz, evsiz, emekçi batıda da doğulu. Aradaki temel fark bu. Bu virüs kimseyi ayırmıyor. Eşitlikçi. Bütün bunlara karşın bir sigorta şirketinin reklamında bu sabah hâlâ şu cümle var: "Sen, sen, önce sen." Pes.
Kıymet ya da değer kavramlarını bağlantılı olduğu öznenin azlık ve bolluğuna, bireyin bu özneye ulaşabilirliğine bağlıyor kapitalist sistem. Yine içinde yaşadığımız sistemde kıymeti imrenme ve özenti üzerinden tarif edip üstünü kapatmaya eğilimliyizdir. Bunlarla ilgili atasözleri de yüzeyseldir ve aslında az şey açıklar. Bunun da ötesinde, kolay ulaşılan şeylerin değersiz olduğuna yönelik duygular, insani zaaflardan birisi olarak kabul edilir. Oysa hiç de öyle değildir. Tamamen kapitalizmin bünyede yarattığı arazlardan biridir sürekli tatminsizlik duygusu veya kolay olanı ve bol olanı kıymetsiz bulma duygusu.
Fiyatlandırma kapitalizmin ana değer ölçüsüdür. Ve sanaldır. Kıymet ve değer kapitalizmin belirlediği sanal fiyatlandırma ile de hayli ilişkilidir. Bu fiyatlandırmayı yaparken de kitlelere neyin bol neyin az verileceği de yine hiçbir etik, matematik ve mantıkla ilişkisi olmayan, dünyanın, tarlaların, okyanusların üretme ve kendini onarabilme gücü hiç hesap edilmeden tamamıyla sanal süreçlerle belirlenir. Daha sonra emek ve doğa bu yaratılan sanal değer ve tüketim için zorlanır. Üretim ve dağıtım süreçlerinde hiçbir şekilde dikkate alınmayan birçok önemli unsur daha vardır: Dünyanın ekolojik dengesi, yerel halkların yaşam kalitesi, adı geçen ürünün halk sağlığına uygun olup olmaması gibi bir çok unsur hiçbir şekilde dikkate alınmaz. Çiya (Chia) tohumu ve Kinoa, Bolivya ve Peru’dan Avrupa’ya gelir ve yüksek yerlerde yaşayan, temel besini bunlara dayalı yerel halk aç kalır. Şili’de avokado üretimi, halkı ve toprağı susuz bırakır. Temel dürtü, yalnızca kâr etmektir. Karbon ayak izi veya benzeri önemli kritik ölçütler kapitalizmin ayağına hiç dolaşmaz. İşte “suşi”, burada oluşan arz ve talep patlaması, orkinozu özellikle de mavi yüzgeçli orkinozu yok etmiştir. Özellikle Akdeniz gibi küçük denizlerde besin ve canlı halkasının büyük ve önemli halkalarını yok ettiğinizde, Akdeniz’in zaten can çekişen ekosistemine son çiviyi de çakmış olursunuz. Ancak tüm bunlar önemli değildir. Suşi lokantaları açılır durur ve her ülkenin sanatçıları, politikacıları, zenginleri ve tüm “elit” kesimler oraya akmaya başlar. Çeyrek asır önce Kıbrıs açıklarında, Saroz Körfezi'nde balıkçıların ağlarına girdiğinde küfürlerle karşılanan orkinoz birden tanesi Tokyo Balık Borsası’nda iki yüz elli bin dolara kadar alıcı bulan bir şeye dönüşür. Bu balık kadar değerli(!) olmayan sıradan(!) bir ürünü, örneğin şişeyi ele alalım; şişenin ham maddesi kumdur. Ancak kulağımızda bıraktığı tesirin ve bilinen yanlış enformasyonun aksine kum bitimlidir ve hızla bitmektedir. Fakat günümüzde şişe kapitalizm için çok değersiz, depozitosu bile olmayan bir maddedir. Şişenin ekolojik maliyeti hesaplansa, hiçbir şişeyi atamayız. Kapitalizm bize onu öyle bir kıymetle, değerle verir ki o vakit, istesek de atamayız. İçindeki maddeden daha değerli bir depozitosu olur. Falan filan. Ama çeyrek asır önce temiz bir şişe iki yüz kiloluk bir Orkinoz’dan daha değerliydi. Değerli miydi? Değerliydi (!)
Palyaço balıklarının yüz milyonlarca yılda oluşturduğu deniz kumu bitiyor. Mercanlar ölüyor. Bütün bunlar son on yılda konuşulmaya başlandı. Ama mercanlar 1980’li yılların sonlarında ölmeye başladılar. Uzaydan görülebilen tek hayvan olan mercanı ve yok oluşunu bu gezegenin üstünde yaşayan canlılar olarak göremedik.
Kapitalizmin belirlediği hayatımızı belirleyen ve mahveden tüm değerlerin aslında hiçbir mantığı yoktur. Örneğin işçi ücretleri. Bu yazıyı okuduğunuz an itibariyle ya da ben bu yazıyı yazarken, bu mavi gezegende, işçi ücretleri kimi yerde günde bir dolar, kimi yerde günde on dolar, kimi yerde günde yirmi dolar, kimi yerde günde yüz dolardır. Kimi yerde de -örneğin Pakistan’da, tuğla yapımında çalışan işçi- sürekli patrona borçlanır. Yemek diye kendisine verilen bulamacın değeri, o işçinin ve ailesinin -ki altı yaşındaki kızı da çalışmaktadır tüm gün- günlük üretiminden fazla hesaplanır. Aynı işi yapan dört işçi, dünyanın dört köşesinde aynı dünyasal zamanda böyle ücretlendirilir. Günün birinde, bu adaletsiz ve ahlaksız süreçten yararlananlar tarafından bunun bedeli de ödenecektir şüphesiz. Her şey ödenir.
Olabilecek en yoz ve mantıksız düzendir kapitalizm. Matematik bunu söyler, felsefe makro-mikro ekonomi ve istatistik bilimleri de bunu söyler.
Çok yakın zamanlarla ilgili (yakın zaman?) bir iki nesil öncemizden ana baba ve ninelerimizden şaşırtıcı sözler duyarız: “O kış, iki portakal vardı evimizde, o kadar kıymetliydi ki birini yiyemedik, çürüttük” veya “Alman Ernte sigaralarının naylon poşetini yıllarca kullandım”. Bahsettiği poşet, günün Migros poşetlerinden az daha hallice Mavi Jeans veya Zara poşetleri gibi, az daha güçlü bir poşet. Naylon torba; bunlar yatağın altına konurdu. Orada düzgünce saklanır, her evde en fazla bir iki tane olurdu. Sonra misina; Alman markası Kaplumbağa misinaları için Giritli Osman Amca’nın oğullarının Bonn’dan misina yollamasını haftalarca beklerdik. Çok uzun bir süre. (Çok uzun bir süre?)
Aynı paragrafta iki nesil arasındaki otuz yıl ile bir kaç haftalık sürelerin yazıda nasıl ele alındığına dikkat ederseniz önemli bir tezat görebilirsiniz. Yarım asır çok kısa bir süre ve birkaç hafta çok uzun bir süre olarak nitelendirilince, hiç şüphesiz zaman dediğimiz kavramın sanal inşasından bahsetmek gerekir. Tıpkı değer gibi, zamanın da hem inşası hem de yorumu sanaldır. Zaten sizinle paylaşmak istediğim temel konu olan değer, kıymet bu zaman kavramıyla da dolaysız ilişkili. Bir kere, her üçü de sanal: Değer, kıymet ve zaman. Zamanın sanal kurgusuyla ilgili söz ettiğim şey, “of bugün de hiç vakit geçmiyor” gibi bir şeyden daha karmaşık geliyor bana. Kapitalizmin oluşturduğu bir sanallıktan bahsediyorum ve şüphesiz masum değil ve tehlikeli.
Bugün poşet bol, değil mi? Şişe de öyle. Size herhangi bir kıymet ifade eder mi şişe? Hayır. Dünyanın bitmekte olan kumsalları bir şey ifade eder mi? "Denizde kum onda para" sözü kişinin zenginliğinin dünyada en çok bulunan ve bitimsiz bir şeyle karşılaştırılmasıdır. İşte o bitiyor. Kum bitiyor. “Kum bitse ne olur bitmese ne olur plastik şezlonga uzanırız”dan hayli derin bir sorun kumun bitmesi. Ancak günümüzün çağdaş bireyinin kumla ve onun bitmesinin getireceği ekolojik ciddi sorunlarla olan bilgisi, iletişimi ve ilişkisi de kapitalizm tarafından kesilmiştir. Şişenin depozitosu var mı? Yok. At o vakit, at gitsin.
Balık avladığımız çocukluğumuzda 15'lik bir Kaplumbağa misinayla kurduğumuz ilişkiyi ve o misinaya atmak zorunda kaldığımız her düğümün ne kadar canımızı yaktığını anlatamam. Şimdi dünyada Ekvator’u elli kere dolaşacak kadar misina ve bir o kadar da balık ağı var. Misinan mı dolaştı? At gitsin, her türlüsü her yerde var. Ama artık avlanacak balık yok.
Kapitalizm şeyleri bollaştırırken, genel olarak insani bir amaçla yola çıkmaz. Ucuzlaştırırken de öyle. Tüm bolluk içeren ürünler, insanlık yararına bol değildir. Kapitalizm ve kâr dürtüsü öyle uygun gördüğü için boldur. Aksi takdirde Afrika’yı parçalayan Ebola ile ilgili çok daha fazla ilaç, çare, tedavi yöntemi araştırılırdı. Bolluğun temel sebebi, söylediğim gibi kapitalizmin akıl almaz bir israfı da körükleyen rekabet ve piyasa koşulları ve büyüme saçmalığıdır: Ben ondan önce yaptım ve benimki daha ucuz dolayısıyla benimkini alın, hemen alın, daha çok alın. Bu gayri insani bolluk gayri insanidir. Bunun için bir tatmin yaratmaktan çok tüketen birey tüketilen özne ve hizmeti değersizleştirme sürecini tetikler. Aslında yapmak istiyormuş gibi göründüğü şeyin tam tersini yapar: İnsanda hem çaresi olmayan bir obeziteye yol açar hem de sürekli ve büyük bir tatminsizlik oluşturur. Kitlelerde de. Bu iki tür bir tatminsizliktir: Kapitalizm bir yandan da zenginliğin sürmesi için fakirliği de mutlaka genişletmek, elindeki fakir stoklarını hep kalabalık tutmak zorunda olduğundan en diptekiler, yani bu bolluğu yaratan işçi sınıfı yani özetle Bangladeşli, Çinli işçi tüm bunlara ulaşamadığından çocuğunu yılda bir gördüğünden, parmakları, dişleri ve beli sürekli ağrıdığından, yani hayli anlaşılabilir sebeplerden mutsuzdur. İsveçli de bildiğiniz gibi tüm bunlara, hemen her zaman ve fazlasıyla, bıkana kadar sahip olduğu için mutsuzdur. (İsveçliler son yıllarda her ankette en mutlu ırk çıkıyor diyeceksiniz evet sağ oylar artıyor İsveç’te, ama bu kıymetli ve tartışmaya değecek bir sonuç değil, İsveçli tabii ki mutsuz.)
Kapitalizmin bu saçma ama hem doğayı, hem de insanı tahrip eden firmalar arası kapışması ve piyasa koşulları yalnızca dünyayı tüketmekle, mutsuzluk ve tatminsizliği artırmakla, fakirliği mutlak sürdürülebilir kılmakla kalmaz. Tüm bunların ötesinde bunlara ulaşabilen şanslı azınlık için de her şeyi sıradanlaştırır ve kıymetsizleştirir. Bugün yalnızca şişe ve poşet mi değersiz? Eğitime, gıdaya, sanata ve gündelik hayata bakınız, buralarda yine kapitalizmin sanal fiyatlandırmasının yükseğe yerleştirdiği birkaç şeye histerik bir özlem içindeki hayli hastalanmış bireylerden değilseniz (Ah bir Porshe’m olsa ne kadar mutlu olurdum, ama yok ve çok mutsuzum) alamadığınız ve ulaşamadığınız hiçbir şey olmadığı gibi, daha kötüsü yerine koyamayacağınız hiçbir şey de olmadığını görürsünüz: Pınar Süt yokmuş, Sek alayım. Coşkun Sucuk yokmuş, Apikoğlu alayım bari. Ahmet artık çok hevesli çalışmıyor, Mehmet’i alayım, Ahmet’i atayım.
Hiçbir dini referansla ilintili olmaksızın tefekkür, sabır, oruç kavramlarının zamanı anlamlandıran ve şimdiki zamana derinliğini veren temel belirleyenler olduğunu düşünüyorum. Dünyaya dikkatle bakınca gördüğümüz resim, her türlü anlamdan soyut, zavallı bir resimdir: İsveç’te hiçbir şeyi beklemeden elde eden bir grupla, Bangladeş’te hiçbir şeyi hiçbir şekilde elde edemeyen bir diğer gurubun; mutsuz inek, levrek, tavuk ve domuzlarla sıkışık yaşadığı bir gezegen. Böyle bir düzende kapitalizmin bütün mantığına şiddetli bir darbe vuran çok acılı olacağı belli bir değişim gerekiyordu.
Gezegenin üstündeki bu büyük lüzumsuz yükü silkmesinin vakti çoktan gelmişti. Tüm bu sınırsız küresellik yalanının arkasında, bu her şeyi olan grubun, hiçbir şeyi olmayanı yaklaştırmamak için yükselttiği duvarlar görünüyor. Açıklıkla görünüyor, o kadar sık ve o kadar yüksek ki bu duvarlar, uzaydan bile görünüyor. Tüm bu manyaklık içinde, çağdaş bireyin tek sığınağı ve gücü olan verdiği oy da Cambridge Analytica’nın karanlık dehlizlerinde dönüştürülünce insanın elinde var olmak adına geriye yalnızca tüketim gücü kalıyor. Belki de “tüketmeme gücü” demek daha doğru olacak. Bu güç ancak tüketmezken, kapitalist çok uluslu "büyük, hızlı, küresel" olandan tüketmezken anlam kazanıyor. Düşünün lütfen uzaydan iki şey görünüyor: Ülkeler arasında gittikçe belirginleşen, uzayan, büyüyen dev duvarlar, gittikçe silikleşen, beyazlaşan ve dağılan mercan denen ve Yağmur Ormanları'ndan daha fazla oksijen üreten dev hayvan. Bunun sürmesinin olanağı var mı?
İnsan olabilmenin gerektirdiği değerleri yeniden oluşturmak ve tam da bunun için zaman dediğimiz yapıya anlamını geri verebilmek için tüketmeme gücümüzü kullanmak gerekiyor. Bu yazının hiçbir anlamda ideolojik ve ekolojik bir yazı olmadığı umarım anlaşılır. Çünkü tamamen mutsuzluğu araştıran bir yazı bu, tatminsizliği ve koyu bir ümitsizliği. Zevke dair bir yazı. Tefekkür şimdiki zamana gerçek anlamını geri verdiğinde hayattan zevk alabilmenin yolu da açılacak diye umuyorum.
Çağımızın büyük hastalığı olan hız, bize tüm bunlarla ilgili yorum imkanı bırakmıyordu, bu nedenle bu korona virüsü felaketi, her şeyin hızını kesen bu felaket, soğukkanlı düşünebilme, tefekkür imkanı sunması açısından çok acılı ama önemli bir imkan. Nereye yetişiyorduk insanlık olarak? Arkasına saklandığımız "free trade" yalanının sonunda bir yerden yırtılacağını bilmek için kahin ya da bilim insanı olmaya gerek yoktu. Her şeye her zaman ve hızla sahip olmak neredeyse sahip olmamakla aynı duygu durumuna getirdi insanlığı. Hiçbir şey, hiç kimse özgün değil, herkes ve her şeyin ikamesi var ve bu çok hızlı mümkün. Çinliler çeyrek asırdır bütün gereksinimlerimizi çok hızlı ve ödeme gücümüze uygun kalitede yapıyordu. Şimdi bunu ödüyor insanlık. Tüketim anlayışımızı toptan değiştirmemiz gerekiyor. Hem nitelik hem de nicelik olarak:
Şu sıralar gıda topluluklarıyla iletişime geçip hem başka bir tüketimin nasıl mümkün olacağını öğrenme sürecimizi kolaylaştırmanın ve onların sağladığı iletişimlerle temiz üreticinin ürünlerine ulaşmanın yollarını arayabiliriz. Bu topluluklar neredeyse her kentte var, İstanbul gibi büyük kentlerde daha da geniş bir ağ oluşturmuşlar ve çok önemli bir toplumsal dönüşümün dinamoları bunlar. Neredeyse tümüne bu adresten ulaşabilirsiniz.
Bu günlerde Nota Bene Yayınevi ile, Buğday Derneği ile onların “Zehirsiz Sofralar” çalışmalarıyla, Toprak Ana sayfasıyla (-ki tıpkı Buğday Derneği sayfasından yapabileceğiniz gibi Cem Birder’in kurduğu Toprak Ana üzerinden temiz üretim yapan çiftçiyle dolaysız ve aracısız bir iletişim kurup, pestisit içermeyen, lezzetli ürünlere üreticisinden ulaşabileceksiniz) KHK ile işlerinden olan hocalarımızla, dostlarımızla, Temiz Hasat, BÜKOP, Kadıköy Kooperatifi, Beşiktaş Kooperatifi, Ovacık Kooperatifiyle ve tüm diğer kooperatiflerle, yerelde temiz üretimini sürdüren çiftçiyle, tek başına evde kalan tüm insanlarla iletişim kurmanın ve dayanışmanın en doğru zamanı şimdi. Belki de Karaot Tohum Derneği ile iletişim kurup Anadolu’nun atalık tohumlarını elde edip onları ekebilirsiniz. Fide de sağlıyorlar. Sinek 8 çok güzel kitaplar basıyor.
Bir karış toprağınız varsa, bir şeyler yetiştirmek çok ferahlatıcı olabilir. Kapitalizmin kısır tohumları yerine binlerce yıldır bu topraklara uyum sağlamış tohumları birbirimizle değişmek, dağıtmak, ekmek bu korkunç virüs dağılımına karşı bir antikorun dağıtımı anlamına gelecektir. İyi eylem de bulaşıcıdır. Kompost yapımı bu dönemde çok önemli, sürekli evde olmak ne kadar fazla atık yaratan bir canlı olduğumuzu daha net algılamamıza yaradı. En azından benim için. Bir çok atık çok kıymetli bir toprağa dönüşebiliyor ve şu anda dünyanın toprağı da büyük bir hızla yok oluyor. Özellikle verimli toprak. Kaldı ki ürettiğiniz bitkileri de yiyebilirsiniz. Kısa bir süre içinde sınırlı üretimleri olan ve sosyal yapısı bir hayli tahrip edilmiş bir ülke olarak, doğalgazdan, elektrik ve suya ve başta ekmek, patates ve soğan gibi ana besin maddelerine ve hatta tuvalet kağıdından belki de her şeye kadar, ciddi bir daralma bekliyorum. O nedenle toprağa değen herkes bir şey ekmeli diye düşünüyorum. Bu arada 2016 yılında tamamladığım "Dokunuş: Aziz Nesin Yüz Yaşında" belgeselini de internette herkesin izlemesine açık bir hale getiriyoruz. Bu vesileyle de ileteceğim link üzerinden Nesin Vakfı ile dayanışabilir, vakfı destekleyebilirsiniz.
Öncelikle Aziz Nesin ve Nesin Vakfı için özellikle yabancılar için hazırladığımız web sayfasının linkini vereyim. Ve belgeseli bedelsiz ve şifresiz izleyebileceğiniz linkler .
Dokunuş/The Touch İngilizce altyazılı; Dokunuş Türkçe.
Yazıyı çocuk doktoru olan kız kardeşimin uyarısıyla bitirmek istiyorum: Yıllardır maruz bırakıldığımız çalışma şartlarından dolayı aslında biz bu ülkenin doktorları şiddete, aşırı çalışma ve aşırı yüke o kadar dayanıklıyız ki bu virüsle en kolay başa çıkabilecek üç dört ülkeden biriydik. Keşke sürecin başından Tabipler Odası sürece dahil edilseydi. Maalesef tüm bunlar yapılmadı. Tüm bunlar yapılmadığı gibi hepimizin yaşamak zorunda kaldığımız hatalar yapılıyor, insanlar hâlâ fabrika ve tersanelerde yan yana çalışıyor. Açıklanan ekonomik paketlerde dar gelirli ve öğrenciyi yakın “açlık” tehlikesinden koruyacak hiçbir şey yok. Her şey aksıyor. Ama ihaleler aksamıyor. Çok yakın bir zamanda öğünleri azaltma gibi bir şeyleri denemeye başlamamız gerektiğini paylaşmalıyım sizlerle. Tarımla ilgili belgeleme çalışmalarımız yakın gelecek için çok büyük tehlikelerin varlığına işaret ediyordu. Küçük yerel ve temiz üretim yapan çiftçinin dayanacak gücü azaldı. Temiz üretimde ısrar eden bu nesil çiftçinin önemli bir kısmı ve gelecek neslin tümü tarımdan uzaklaşıyor. Bu bir çok araştırmanın ortak sonucu. Dolayısıyla şu süreçte temiz üretim yapan küçük üreticiyle de aslında kendi yararımıza olan dayanışmanın tam sırası. Çünkü tam da bu sırada bu bozuk düzenin en önemli failleri belli sayıda yoksula belli bir süre yemek paketi sağlayarak bir başka PR kampanyası içine girdiler bile. Fair Planet'ten aldığım bazı verileri hiç değiştirmeden paylaşacağım sizinle: Procter&Gamble toplam servetinin yüzde 99'u yani 15.1 milyar Doları vergi dışı offshore dediğimiz yerlerde. Johnson&Johnson yüzde 98, 41 milyon doları, Pepsi Co. yüzde 95/18 milyon doları, Microsoft yüzde 95/138 milyon doları, Apple yüzde 91.261 milyon doları... Bu rakamlar böyle gidiyor. Apple CEO'su Tim Cook on milyon maskeyi halka hediye etmek isteyince Amerikalılar ona, "Bunun yerine servetini ülkeye getirip vergini de biz sıradan vatandaşlar gibi ödemeni tercih ederiz" diyebiliyorlar. En azında ABD'de insanlar böyle şeyler söyleyebiliyor ve gazeteler böyle şeyler yazabiliyor. Ama bu rakamlar bu sistemin ne kadar bozuk, bitik ve ne kadar kirli olduğunu göstermesi açısından önemli.
Kız kardeşim sözlerini şöyle bitiriyor: İtalya’da evlerinde ölü bulunan yalnız yaşlılardan bahsediliyor, bizde açlıktan ölen gençler ve aileler olacaktır. Şimdi, tefekkür ve hissetme için geri aldığımız bir vakit var. Tekrar insani değerleri bulmak için önemli bir süre olacak önümüzde. Hiçbir garantisi olmayan ve gündelik kazançla yaşayanlar ve aileleri, yalnız öğrenciler ve yalnız yaşlılarla ilgilenmemiz gereken bir zaman bu. Onları kaderlerine terk edemeyiz.
* Yönetmen