(Spoiler içerir)
Bir Başkadır dizisi hepimizi sanıldığından da karmaşık
bir soruyla baş başa bıraktı. Soru şu; popüler bir dizi, bir hikaye
ya da başka herhangi bir sanatsal kültürel üretim karşısındaki
dağınık düşüncelerimizi bir karara bağlamak yerine o dağınıklıkla
ve o tereddütle kalamaz mıyız? Bir Başkadır dizisini içine
sürüklendiğim tereddütler ışığında düşünmeye çalışmak bana önemli
görünüyor.
Bu Netflix dizisi grafik, müzik ve görsel malzemelerle yaratılan
80’ler ve 90’ların nostaljik atmosferini adeta bir fon gibi
kullanarak bu fona bir toplumun neredeyse bütün güncel
huzursuzluklarını ve çatışmalarını yerleştiriyor. Bu fonu ya da
dokuyu iyi değerlendiren çeşitli yazılar halihazırda yazıldığından
ben daha çok hikaye ve temel çatışma konuları üzerinden ilerlemek
istiyorum. Yine hak ettiği övgüyü zaten herkesten cömertçe alan,
televizyon bakımından neredeyse fazla olacak kadar muhteşem
oyunculuklar için de yeni bir şey söylemeyeceğim. Öykü Karayel,
Fatih Artman, bütün oyuncular gerçekten mucize gibi bir performans
çıkarıyor. Dediğim gibi ben hikayeye odaklanacağım.
Gece yarısı izlemeye başladığım Bir Başkadır’ın ilk
bölümü bende bu anlamda gerçekten büyük bir heyecan yarattı. Bu
kadar orta yerde duran ve film ya da televizyon anlatısının
bildiğim kadarıyla merkeze yerleştirecek biçimde hiç eğilmediği bir
konuyu “hikaye” olarak seçmek çok heyecan verici bir işti doğrusu.
Susan Sontag’ın söylediği gibi hikayeler her zaman orta yerdedir.
Onları seçen bir göz gerekir. Neydi peki bugüne dek tozun toprağın
arasına eğilerek popüler bir anlatının ortasına yerleştirecek
biçimde “seçilememiş” o hikaye? Başörtüsü ve başörtüsü karşısındaki
paniklemenin hikayesi elbette. Fakat sadece bu da değil, aynı
zamanda “başını özgürce açamamanın” da hikayesi. Başını örttüğü
için okul kapılarından döndürülenleri biliyoruz. Fakat başı
açtırılacak diye okula hiç gönderilmeyenleri, zorunlu eğitim
sonrasında kendi arzuları hilafına okuldan alınan milyonlarca kız
çocuğunu yeterince bilmiyoruz. Gerçek hayatta da hikayelerde de
onlar gözlerden uzak kalıyor.
Bunu biraz düşünelim. Bu ülkenin kadın nüfusunun yarısından
fazlasının (yüzde 58) başı örtülüyken başörtüsü karşısında
“irkilmek” gerçekten çok acayip ve büyük bir yabancılaşma sorununa,
ayrımcı bir perspektife işaret ediyor. Fakat başörtülü kadın
nüfusunun önemli bir kısmının da başını örtmemek gibi bir şansının
hiç olmadığını konuşmuyor ve düşünmüyor olmak da aynı ölçülerde
acayip ve ikiyüzlü bir tutum. Toplumu ve toplumun dönüşüm
dinamiklerini kavramaya direnmek anlamında bu da bir “yabancılaşma”
ayrıca. Başı zorla açtırılan kesimin, iktidar kendine geçtiğinde,
başı zorla örttürülen lehine söylediği güçlü bir sözü yok maalesef.
Okul ve işyeri gibi kamusal alanlardaki başörtüsü yasağına boyun
eğmeyeceğinin ifadesi olarak başörtüsü üzerine peruk takmış,
başörtüsü yasağını ve zorla baş açtırmayı absürtleştirmiş bir
neslin üyelerinden kaçı “Yalnız Yürümeyeceksin”
hareketine destek veriyor bugün?
Neyse işte böyle çift yönlü bir zulüm olarak hayatın ortasında
duran başörtüsü, kurmaca dünyanın bucak bucak uzağında kaldı.
Bir Başkadır’da annesinin psikiyatrist Peri’ye söylediği
gibi her diziye başörtülü bir kadın adeta “yerleştiriliyor”. Fakat
“başörtüsü sorunu” etraflı bir çatışma konusu olarak kurmaca
anlatıda kendine hâlâ yer bulamıyor. Şimdi işte Bir
Başkadır’da karşımıza bütün cüssesiyle çıkmasını,
bastırılmışın geri dönüşü olarak da okuyabiliriz. Fakat toplumsal
bir uzlaşma -bu çerçevede de bir hakikat- arayışını açıkça dışa
vuruyormuş gibi görünen bu geri dönüş, paradoksal biçimde
toplumsalın çöküşüne de işaret ediyor. Bunu bir tür “içe patlama”
(implosion) olarak görebiliriz. Anlamın, bilginin,
toplumsal olanın içe patlaması, birbirini nötralize etmesi ve
nihayetinde çökmesi. Bir hiper gerçeklik durumu. Gerçekliğin yerini
bir tür simülasyon evrene bırakması... Baudrillard’ı ziyaret
etmişken şunu da ekleyeyim, bu aynı zamanda ötekiliğin
cerrahisidir. Ötekinin ötekiliğini de elinden alır.
Bir Başkadır’daki o matruşka gibi tıkış tıkış
hikayeleri bir “anlatı” kurma zaafı, ya da senaryo matematiğinden
bihaber olmak dışında, bir de böyle düşünebiliriz. Bir içe
patlama... Bu patlamanın tozundan toprağından sıyırarak seçilen
başörtüsü hikayesine bakalım şimdi. Kaç tane başörtülü kadın
hikayesi var? Mütedeyyin kesimin geleneksel başörtüsü (Meryem).
Başörtüsü karşıtı sekter bir laikliğin tiksinti veya panikle
başörtüsüne bakışı (Peri). Bu paniğin ayrımcı ve elitist niteliği
karşısındaki öfke ya da dehşet (Gülbin). Dışlayıcı hatta neredeyse
militan bir Müslümanlık (Gülan).
Başörtüsü etrafında konuşulmuş ve konuşulmamış bütün
ötekileştirmeler mevcut. Bir diziyi baştan sona sürükleyip
götürecek fazlasıyla güçlü bir temel çatışma konusu “başörtüsü”. Bu
çatışmayı Meryem’den diğer karakterlere taşıyarak boyutlandıran
mükemmel hikaye çizgileri. Gel de kıskanma. Fakat işte matematiğin
bozulmuş gibi göründüğü o yeri de geçemiyoruz. Tereddüt devreye
giriyor. “Ötekilik karşılaştırılamaz şeylerin alanına girer. Genel
bir eşdeğerliğe göre bir değiş tokuşa konu
edilemez.” (s.149).
Bu yüzden de dizide başörtüsü etrafındaki toplumsal çatışmayı
çok yönlülüğü içinde görüyor olmanın verdiği heyecanla, onları
“karşılaştırarak” nötrleştiren diğer bir deyişle ötekiliği elden
alan süreçlere tanık olmanın hayal kırıklığı bir arada işliyor. Bu
tümüyle dizinin gerçekleştirdiği bir komplo da değil. Bu hepimizi
içine çeken, hep birlikte içinde olduğumuz ve oluşturduğumuz bir
hâl. “Başörtüsü” gibi güçlü bir temel çatışma konusunun sekiz
bölümlük bir mini diziye bir türlü yetememesi de bu içe patlama ve
çökme hâli çerçevesinde düşünülebilir.
Kürt-Türk çatışması gibi devasa ve yine boyutlandırmaya çok
müsait bir hikaye de başörtüsü çatışmasına bitişir. Oysa mesela
Gülbin, muhafazakar dindar bir Türk ailenin okumuş kızı olarak da
temel çatışma konusuna soldan bir pozisyon alacak biçimde eklenemez
miydi? AKP’nin muhafazakar dindar Kürt tabanını temsil eden bir
ailenin üyesi olması neden gereksin? Bu basitçe hiç mi muhafazakar,
bağnaz bir Türk ailesi yok demek anlamına gelmiyor. Bir gerçekçilik
sorunu değil, ötekiliği derinlemesine anlamak yerine, çoğaltarak
ötekinin elinden almakla ilişkili bir sorun. Kısacası hikaye etme
yeteneğindeki bir sorun değil ya da sadece bu değil, politik bir
sorun.
Üst üste yığılan ötekilikler üst üste yığılan büyük tesadüfleri
de zorunlu olarak getirir. Ötekinin mütevazı fantezi alanını bile
aşındıran ve elinden alan tesadüfler. Meryem’in ifade etmeye bile
dilinin dönmediği ve gücünün yetmediği bir heyecan ve fantezi alanı
olarak Sinan’ın evi, ondan başka herkesin “hayat” alanındadır.
Gülbin’in, Melisa’nın ve dolayısıyla Peri’nin hayat alanı. Bu da
bizi bu tesadüfler karşısında da tereddütte bırakır. Bir
kolaycılıktan değil de sanki zorunluluktan kaynaklanan tesadüfler.
Öteki hakkında hiç konuşamamaktan, birdenbire “çok konuşmaya”
sıçramış olmaktan kaynaklanan tesadüfler.
Bütün bunların yine de diziyi beğenip beğenmemekle ilişkisi yok.
Televizyonun, diğer bir deyişle eğlence kültürü içindeki “popüler”
bir anlatının işinin bu olup olmadığı konusundaki tereddüdü bir
yana bırakırsak, bu kadar düşündürmek bir maharettir.
Dizinin “sinematografisi,” görsel kompozisyonu ve estetiği
konusundaki beğeni daha net dile getiriliyor olsa da orada da aynı
türden bir tereddüde sürüklenmek mümkün. Dizi aracılığıyla enikonu
bir çukura bakıyorken, sahne sahne, açı açı, plan plan en iyi
kompozisyonu kurmak için çırpınan bu denli estetize bir dünyada da
bir fazlalık var. Oysa bir devlet hastanesindeki psikiyatrist odası
da biraz gri kalsın, duvarlar boş olsun, tavandan ampul sarksın
diye bekliyor insan. Fakat ne yapalım, İngilizcede dizi mizi demek
yerine genellikle düpedüz “şov” olarak adlandırılan bu seriyallerin
dünyasında, bu çelişkili estetik ya da kompozisyon da oluversin
artık. Esas olarak, devlet hastanesinde çalışan bir psikiyatristin,
başörtülü Meryemcik karşısında şirazesinin kayması sorunlu. Fakat
burada da bir tereddüt kuşatmıyor değil insanı. “Başörtüsü”
gördüğünde eş zamanlı olarak burnuna kötü bir koku da çarpmış gibi
ağzını burnunu şekilden şekle sokan, üstüne üstlük de ideoloji,
ötekileştirme filan çalışan “akademisyenler” geliyor aklıma.
Boğaz'daki yalıdan dünyaya bakarak yetişmiş Peri’ye mi
şaşıracağım?
Gelelim Sinan’a. Bu Türk tipi Oblomov karakterini, “çağının ölü
adamını” bütün yolların kendine çıktığı bir merkez olarak baş
köşeye oturtma konusunda da bir fazlalık var ama onun da farklı
anlamlandırmalara açık bir “fazlalık” olduğunu belirtip
geçeyim.
Mütedeyyin dünyanın olumlandığı iddiaları karşısında da
tereddütteyim. Her iki din görevlisinin de iyi adamlar olması
meselesine bakalım önce. Ne kadar iyi adamlar bunlar? Biri bir
plastik çiçek üzerinden bilgelik taslayan ve derinliği aslında din
adamlığında değil bildiğin Anadolulu iyi adam tiplemesinde kurulan
biri. Sıradan bir Anadolu insanının basit kurnazlıklarını da
dışlamayan bir iyi adamlık hali. Üstelik psikolojisi bozulmuş
çaresiz insanların terapi ihtiyacını bile belirli bir denetim
altında tutan ve engelleyebilen biri. Genç din adamı zaten biraz
Rus romanlarından, biraz Nuri Bilge Ceylan’dan sıyrılıp gelmiş.
Onun iyiliği de din adamlığından değil, belirgin bir sosyopati de
içeren saflığından, dünyaya büyük bir açlıkla yönelen
meraklılığından kaynaklanan bir iyilik. Böyle özel bir vurgu olmasa
da, İstanbul’da yaşayan AKP seçmeni genç kadınlardan biri olarak
düşünebileceğimiz Meryem’in de o donuk bakışlarının ve tek düze,
vurgusuz konuşmalarının ardındaki parlak karakterini adım adım
açığa çıkarmak mütedeyyin dünyayı olumlamak şeklinde görülemez
bence. Genç kadının yavaş yavaş beliren sarkastik zekasına, dünyayı
yorumlama ve idare etme yetisine rağmen ya da tam da bu nedenle
sürüklendiği psikolojik rahatsızlıklara ayna tutmak da öyle.
Dizide laik/seküler kesimin Peri ve ailesi üzerinden anlatılması
da söylendiği gibi temsil gücünün zayıflığı ve diğer birçok
bakımdan oldukça problemli. Sekülerliğin illaki böyle bir donma
haline tekabül etmediği gerçeği bir yana, bu yönüyle anlatılacaksa
da başka bir aile profili kurgulanabilirdi. Mesela öğretmen bir
anne ve baba da Peri’yi aynı kastre edilmiş, eleştirel düşünce
anlamında çubuğu bir kere büküp ikinci kez bükemeyen o donuk
hâllerle yetiştirirdi yani. Boğaz'daki yalısında viskisini
yudumlayan yabancılaşmış elite, böyle bir seküler camia klişesine
hiç gerek yoktu. Fakat bir yandan da Peri ve ebeveynleri de “kötü”
insanlar değil, bunu da atlamamalı. Onları din adamlarından ya da
mütedeyyin karakterlerden daha kötü yapan hiçbir şey yok dizide.
Belki Peri ve ailesininki kadar patetik bulunmasa da, mütedeyyin
karakterler de onlara yabancı. Onlar da toplumun en az dörtte
birinin içkisine, giyim kuşamına, hatta psikiyatriste gitmek gibi
pratiklerine ve zihin dünyasına dehşetle bakıyor. Dizide bunu
gördüğümüz çok yer var. Kısacası dizinin hangi kesimi nasıl temsil
ettiğine bakarken netleşmeye hazır bir bakış değil tereddüdü terk
etmeyen bir bakış yöneltmek şart.
Tereddütte kalmak belki de hep anlamaya çalışma noktasında
kalmaktır. “Kitabı hatmetmiş” olmaktan daha iyi bir şey.
Dizide pek tereddüde düşmeden ideolojik olarak sorunlu gördüğüm
iki yer var. Biri Ali Sadi Hoca’nın, kızının evlatlık olduğunu
açıkladığı yer. Son derece gereksiz bir sahne. Neredeyse, bir
imamın evinden başörtüsünü reddeden ve eşcinsel yönelimleri olan
bir evladın çıkma ihtimalini dışlayan ve başka bir biyolojik bağı
devreye sokan bir son dakika yerleştirmesi gibi.
Onca çatışmanın arasına eklenen tecavüz travması da benzer
biçimde çok çok sorunlu. Ruhiye’nin çocuk yaşta maruz kaldığı bu
tecavüz olayı Çanakkale’nin bir köyünde yaşanmış. Ruhiye ve
arkadaşına tecavüz eden de o dönem muhtemelen yirmili yaşlarda olan
bir Kürt genci. Bir Kürdün Batı’da, yeni göç ettikleri bir köyde,
iki kız çocuğuna tecavüz etmesinin inandırıcılıktan tamamen uzak
olduğunu iddia edemeyiz. İnsana inandırıcı gelmeyen birçok olay her
gün ve her yerde yaşanıyor. Ama eğer gerçeklik alanında değil de
hikaye dünyasındaysak, Çanakkale’de geçen bu ağır travmatik cinsel
şiddet olayında fail niye Kürt bir göçmen olsun ki? Üstelik o köyde
de onu yaşatsınlar, hatta sonradan kızlardan biriyle evlenmiş
olsun! Ta ki Ruhiye’nin kocası intikam için gidip onu ağır
sakatlayasıya, köy meydanında döverek ölmekten beter edesiye kadar
da hiçbir bedel ödetilmemiş olsun! Barışmak için söylenecek sözlere
vesile olsun diye mi? “Ben cahildim, sana tecavüze ettim ama sen de
beni linç ettin, ölmekten öldürmekten beter ettin. Ya şimdi tamamen
öldür ya da affet.” Böyle mi barışılacak? Daha vahim olan kısmı da
zaten bu tecavüzcüyle evlenme meselesi. Fakat maalesef bunun
münferit bir olay olmaması, anlatılarda da karşımıza bu korkunç
durumu çıkarıyor sık sık. Fakat böyle mi olmalı? Bir çocukluk ve
bir cahillik olarak açıklanmakla, tecavüz mağduruyla evlenmekle bu
denli normalleştiren bir söylem mi kurulmalı etrafında?
Hasılı, Bir Başkadır bir mozaik sunuyor. Bir toplum
mozaiği. Belirgin karşıtlıkları bütün canlılığıyla sergileyen bir
mozaik. Ama bu mozaik dizi anlatıyı bir zemin olarak düşünürsek bu
zemin üzerine ince ince işlenerek yerleştirilmemiş, adeta leğenle
boşaltılmış ya da saçılmış bir mozaik. Her şeye rağmen, bu
saçılmışlık nedeniyle diziyi önemsizleştirmek de gerekmez. Mozaiğe
tereddütle bakabilir ve ortaya çıkan resimdeki anlamları
yoklayabiliriz. Başkalarının bu anlamları nasıl yokladığı üzerinden
toplumumuz hakkında düşünebiliriz.
Bu kadar düşünmeye, konuşmaya ve tartışmaya sevk ediyorsa bu da
bir şeydir. İyi bir şey.