Bir beş yıldızlı otel meselesi
Oteller ciddi istihdam sağlayan işletmeler. Ancak paravanın arkasında mobbing, taciz, tehdit, çalışanın sağlık sorunlarına ilgisizlik de var. Sahi, bu yaz tatilinizi nerede yapacaksınız?
Nazlı Doğan
Bütün bir kış çalıştınız ve güzel mi güzel bir tatili hak ettiniz. Şimdi beş yıldızlı bir otel barının Akdeniz’e bakan kısmında oturmuş, içkinizi yudumluyorsunuz. Dışarının sıcaklığının aksine mekân serin, gün batıyor, müthiş bir manzara var karşınızda. Bütün yılın üstünüze çöken politik ağırlıklarından, aile dertlerinden, hastalıklardan, koşuşturmacadan, iş telaşesinden sıyrılmış, yarın yokmuşçasına, o dertlere geri dönmeyecekmişsiniz gibi içkinizin sonunu yudumluyorsunuz. Yeni bir tanesini istemek için şöyle bir etrafınıza bakıyorsunuz, “canım aynısından”.
Derken iç sesiniz konuşmaya başlıyor, o neredeyse bir çocuk yaşında değil miydi yahu? Çelimsizliği de ilginizi çekiyor. İçkinizi getirince duramıyor, soruyorsunuz, “kaç yaşındasın sen?” ya on altıdır ya da on beş. Stajyer olduğunu, bir Turizm Meslek Lisesinde okuduğunu öğreniyorsunuz sonra. Çocuk bunu öyle bir tavırla söylüyor ki bu durumu hızlıca normalleştirmenizi bekliyor. Ama olmuyor, zihninizin arkasında bir soru çalışmaya başlıyor; çok ağır gelmiyor mudur bu iş ona? Çocuk sorgulamıyor, garsonluğun ne denli ağır ve zor bir meslek olduğunu henüz tam anlamıyla bilmiyor belki. Eve döndüğünde yorgunluktan duş bile alamadan bayılır gibi uyumasını anlamlandıramıyor henüz ya da ayaklarında yavaş yavaş baş veren nasırların acısı içine işlemiyor henüz. Büyük olasılıkla mecbur çünkü, liseden mezun olur olmaz bir iş bulmaya ve ailesine en azından yazları yük olmamaya mecbur.
Peki, tatile devam edelim. Tatilinizin ikinci günü, sabah erkenden kahvaltınızı ettiniz, deniz kenarına otelin şezlonglarının olduğu kısma yerleştiniz bir güzel, kitabınızı açtınız. Bir tanıdık ses size bir şey arzu edip etmediğinizi soruyor. “Sen dün üst kattaki barda değil miydin?” Şimdi bu çocuğun gün boyu bu kızgın güneş altında nasıl çalışacağını düşünüyorsunuz ve bu durumu aklınızdan çıkaramıyorsunuz haliyle. Gün boyu onu kolluyorsunuz, git gide kızaran yüzünü, bir iki güne soyulmaya başlayacak cildini, başına güneş geçme olasılığını düşünüyorsunuz.
Akşamüstü olunca parkurları, yemyeşil bahçeleri ve keyifli çardakları olan otelinizin içinde bir yürüyüşe çıkmaya karar verdiniz. Sakin sakin yürüyorsunuz, fakat bir şey fark ediyorsunuz, burası biraz fazla tenha değil mi? Çalışanlar bir yerden bir yere giderken nereden geçiyorlar? Neden otel misafirleri dışında hiç kimseyi göremiyorsunuz? Bu konu üzerinde çok durmuyorsunuz çünkü göz görmeyince gönlün katlandığı düsturdan geliyorsunuz. Elbette size birisi çıkıp da tüm çalışanların yer altındaki havasız, nemli ve gün ışığı görmeyen, tavandaki borulardan sular damlayan, korku filmlerinden fırlamış gibi bir yanan bir yanmayan ampulleriyle ürkütücü ve özellikle kadınlar için tehlikeli tünellerden yürümesi gerektiğini söylemiyor, söylemeyecek. Yukarıdan yürümenin maaşından kesilecek kadar büyük bir hata olduğunu, misafirleri rahatsız etmeden, böcekler gibi yeraltından gitmek mecburiyetinde olduğunu da söylemeyecek kimse size. Çünkü bunları söylememek üzere de eğitildi onlar.
Ertesi sabah kahvaltıya biraz geciktiniz, büfedeki poğaçayı, son omleti kaptınız, yerinize oturdunuz. Ufak ufak toplanıyor ortalık. Büyükçe metal bir servis arabası getirildi, çeşit çeşit poğaçalar, kurabiyeler, ekmekler konuldu ve arka tarafa götürüldü. Bunda bir sorun yok elbette, daha doğrusu bir müşteri olarak bu durumun diğer yanını görmeniz imkânsız. Açıklayayım, o arabanın yolculuğu orada bitmedi. Zaten o poğaçalar, börekler birkaç günlüktü, nemlendirildi, yeniden ısıtıldı ve yumuşacık yapıldılar. Fakat artık yumuşayamayacak kıvama geldiler, bir daha ısınmayacaklar ertesi sabaha kadar da bir tahta formuna bürünecekler. Bu nedenle araba o gün mutfağın bir köşesinde bekledikten sonra ertesi gün erken saatlerde, otelin muhtemelen -2. katında bulunan personel yemekhanesine götürülecekler ve mercimek çorbasının hemen yanına konulacaklar. Çünkü o poğaçaları veya kuru pastaları sıcak bir şeyle yumuşatmadan yemek imkânsız. Fakat elbette bunu da size hiçbir çalışan söylemeyecektir. Çünkü insanlar bu muameleyi yaparken utanmaz ama çalışanlar maruz kaldığı bu amansız muameleden utanırlar…
Tabii söylemeden geçmemek gerek, yazılı bir kural değilse de garsonların komilere, “Kahvaltıda en az iki bardak çay iç ki servis boyunca susayıp arka tarafa gitmek zorunda kalma” dediğini de duymayacaksınız bir müşteri olarak, bunlar gizli saklı söylenen, ince ince tembihlenen şeyler. Farkında mısınız, çalışanların hiçbirini sohbet halinde de görmüyorsunuz zaten. Çünkü yasak, zorunlu haller dışında hiçbir şekilde konuşamaz ve gevşek davranamazlar.
Sabah sekiz akşam altı, eğer fazla mesai varsa sekize kadar çalışılan bir düzende en çok hasreti duyulan şey evde dinlenmek olur tahmin edersiniz ki. Tabii çalışma saatlerinin antraktlı versiyonundan da bahsetmeden geçmek olmaz. Kahvaltı ve öğle yemeği servisi bittikten sonra garsonlar antrakta gönderilir, bu iki ya da üç saatlik bir dinlenme süresidir, akşam yemeğinden gece on ikiye kadar çalışmak gerekecektir bu düzende. Haftada en az iki sefer antraktlı şekilde tam gün çalışmak mecburidir genellikle. Bu gözler antrakt odalarının penceresiz ve piknik masaları olan bir versiyonunu gördü. Bir piknik masasında nasıl dinlenir insan? Üstelik müşteri konforu için sınırsızca her şeyin düşünüldüğü ve her şeyin yapıldığı bir yerde çalışanını tahta bir bankta dinlenmeye mecbur etmek hangi vicdanın ürünüdür? Ama çalışanlar şanslıysa ve lojman otelin yakınındaysa oraya gitme durumu biraz olsun dinlenme olasılığını beraberinde getirir.
Peki lojmanda kalmak durumunda olanlar nasıl şartlarda kalıyor dersiniz? Tahmin etmişsinizdir, koğuş tipi lojmanlar en çok tercih edileni. Özel alanın olmadığı bir odada on, on beş kişinin kaldığı, ortak banyolu, genellikle havalandırma sıkıntısı olan, arada bir su basan bir yer orası. Hiç şaşmaz bu özellikler. Ağır bir koku vardır tüm lojmanlarda ter, sigara, nem birbirine karışmıştır. Koşullar korkunçtur, insanlar bir cezaevi misali gün doldurmaya bakıyordur buralarda.
Housekeeping’ten resepsiyona, barmeninden animatörüne tüm çalışanların aklında çakılı olan “bu hafta izin kullanabilecek miyim” veya “sezon bitince ne yapacağım” sorularını da duymayacaksınız haliyle. Onların bir nevi mevsimlik işçi statüsünde olduklarını nereden bileceksiniz? Milyonlar kazanan otellerin yazın elemanlarına izin, kışın da maaş vermediğini bu nedenle altı ay otelde çalışıp altı ay geçici işlerde çalıştıklarını, kimisinin inşaatlarda kimisinin bahçelere meyve toplamaya gittiğini nereden bileceksiniz?
Oteller ciddi istihdam sağlayan işletmeler. Bir bakarsınız Turizm Meslek Lisesi öğrencisi staj yapıyor, bir bakarsınız eğitimsiz ama yılların garsonu çalışıyor ya da bir bakarsınız bir üniversite öğrencisi kış harçlığını çıkartmak için gecesini gündüzüne katıyor. Evet istihdam sağlıyor bu oteller, fakat ucuz işgücü ile sağlıyor istihdamı. Asgari ücretin bir kısmını elden geri isteyenler mi ararsınız, kıdemli ve deneyimli birinin de asgari ücret almasına mı yanarsınız? Otelde çalışmak demek yetersiz ücretler, çok uzun ve dengesiz çalışma saatleri, verilmeyen izinler ve güvencesizlik demek. Her ne kadar ülke için önemli bir alan olarak görülen turizm gelirine katkıda bulunuyor gibi görünse de ve bu alan ulvileştirilse de paravanın arkası çok kirli. Paravanın arkasında mobbing, taciz, tehdit, çalışanın sağlık sorunlarına ilgisizlik de var.
Sahi, bu yaz tatilinizi nerede yapacaksınız?