Saray hükümetinin yeni salgın önlemlerini açıklamak için
pazartesi akşamı canlı yayınla ‘ulusa seslenen’ Erdoğan, alışıldığı
üzere, “çarklar dönecek” mottolu bir yeni önlem paketini ilan
ettikten sonra iç siyaset eksenli salvolara geçti. Erdoğan bu salvo
bölümüne, CHP Mersin Milletvekili Ali Mahir Başarır’ın, Tank Palet
Fabrikası'nın Katarlılara satılmasına ilişkin sözlerine yönelik
‘tepki’ kervanına katılarak başladı. Başarır’ın sözleri hakkında
daha önce Milli Savunma Bakanlığı ve bizzat bakan Hulusi Akar ile
çeşitli rütbelerde iktidar memurları zaten açıklama yapmış, Ankara
Savcılığı soruşturma başlatmıştı. Ama Erdoğan meseleyi –her zaman
olduğu gibi– en işlevli olacağı çerçeveye taşıdı:
“CHP’lilerin sık sık yaptığı, son olarak bir milletvekilinin
pervasızca tekrarladığı Türk Silahlı Kuvvetleri’ni hedef alan
bühtan, bu zihniyetin başlı başına bir milli güvenlik meselesi
hâline dönüşmekte olduğunun işaretidir.”
Bu girizgâhtaki kilit sözler “milli güvenlik” kavramında
gizlidir. Zaten iktidar ortağı Bahçeli de sufleyi derhal almış ve
ertesi günkü grup toplantısında “CHP bir milli güvenlik sorunu
haline dönüştü” demiştir. Burada (güncel tartışmalara
göndermeyle söylersek) bir ‘vesayet parolası’ gizli... Zira “milli
güvenlik”, öncesi bir yana 40 yıllık bir devlet bekası
parolasıdır.
* * *
12 Eylül darbesinin fiilini gerçekleştiren generaller,
kurdukları 5 kişilik cunta komitesine “Milli Güvenlik Konseyi”
adını vermişti. Cuntanın, devleti yönetmek için ihdas ettiği ilk
komiteye koyduğu bu isim, 12 Eylülcülerin –ve bağlaşıklarının–
nasıl bir rejim inşasına girişeceklerine dair de kanaat
oluşturuyordu.
Özellikle 70’lerin son diliminde keskinleşen sınıf
mücadelelerinin istikrarsızlaştırdığı sistem siyasal bir bunalımın
ortasındaydı. Art arda kurulup dağılan koalisyon hükümetleri krizi
çözemedikleri gibi, işçi sınıfının gerek yaygın grevler gerekse
siyasal talep ve gösterilerle artan etkinliği, siyasal sistem kadar
kârları ve sermaye birikiminin güvenliğini de tehdit edecek bir
potansiyel gösteriyordu. “Milli güvenlik”, bu siyasal bunalımın
ortasında, sınıf mücadelesini bir ‘anarşi-terör’ ya da ‘sağ-sol
çatışması’ söyleminin çengeline asıp güvenlik/asayiş sorunu olarak
‘halletmeye’ girişmenin parolasıydı bir bakıma. İthal ikameci
ekonominin çarklarında güçlenen sanayi burjuvazisi, artık sınıfsal
çıkarlarının farkında ve onlara kıskançça sahip çıkmaya başlayan
bir sınıf olmakla birlikte, en başat temsilcisi Demirel olan sağ
popülizm şahsında da, emekçiler ve sol toplumsal muhalefetin
zorlayıcı basıncı altındaki Ecevit/sol popülizm tarafında da
güvenli bir siyasal limana sahip değildi. Sermaye sınıfı lehine
emeğin baskılanmasını gerektiren bir istikrar programı olarak 24
Ocak Kararlarını “gözünü budaktan sakınmaksızın” uygulayacak bir
siyasal irade sağda da solda da yoktu. Oysa 24 Ocak
nezdinde temsil edilen dönüşümün, emek piyasasını katı bir denetime
alıp, buna karşı oluşacak sınıf direncini kırarak
gerçekleştirilmesi elzemdi. Sanayi sermayesinin (de) açık
desteğiyle bu siyasal krizi çözmek üzere devreye giren
darbecilerin, Demirel, Ecevit gibi ‘liderleri’ sürgün/hapis ile
izole ederken, 24 Ocak’ın mimarı Turgut Özal’ı bürokratik merkeze
taşımaları bu açıdan tesadüf değildir. 1980’den sonraki ilk yıllar,
bu kapsamda esasen bir egemen sınıf taarruzu olmasına rağmen, söz
konusu sınıfsal ihtiyaçların perdelenmesine dair bir söyleme
sahiptir: Sağ-sol çatışması ve anarşiye karşı milli
güvenlik… Burjuvazi, 70’lerin sonunda iktisadi krizle birleşen
siyasal temsil krizini ordunun gücüyle aşarken, “milli güvenlik”,
içerdiği tüm o sözde ‘sınıflar üstü’ tınıya rağmen bir egemen sınıf
sloganı haline gelmiştir.
80’li yılların ikinci yarısında, Özal’ın hegemonyası, başta
yeniden kıpırdanmaya başlayan işçi hareketleri olmak üzere
neredeyse tüm toplumun itirazlarıyla aşınmaya başlamışken ‘milli
güvenlik’ parolasının başını uzatabileceği yeni bir mecra ortaya
çıktı: Kürt isyanı. Darbecilerin Milli Güvenlik Konseyi,
yükseltilmiş yetkilere sahip bir Milli Güvenlik Kurulu ile devlet
şemasına yerleşmişti zaten. Ama 90’lar başında Özal rejimi çökerken
“milli güvenlik” söylem olarak da yeniden dolaşıma girdi. 1989
baharındaki kamu işçileri eylemlerinden 1991 başındaki büyük
madenci yürüyüşüne uzanan süreçteki emek hareketi ve silahlı Kürt
isyanının sarstığı sistem, özellikle 1993’ten itibaren yine ‘milli
güvenlik’ temalı bir koruyucu kabuğa sığındı. Zira Özal’dan sonraki
siyasal palet, yine ihtiyaçları karşılayabilecek bir terkibe sahip
değildi. Merkez sağ Özal’dan geriye kalan ANAP ile Demirel’in
DYP’si arasında bölünmüştü. Solun en büyük partisi SHP, Kürt
kentlerinde HEP ile ittifak yapması sayesinde ‘büyük’ görünüyordu.
80 öncesinin daha ‘marjinal’ pozisyonlarını temsil edenlerden RP
(şimdilik) istem dışı, MHP ise potansiyel bir devlet aygıtı ve Kürt
savaşının bir semptomu olarak büyüyordu. 12 Eylül’ün üstünden 10
yılı aşkın zaman henüz geçmişken ortaya çıkan yeni bir siyasal
bunalım anıydı bu. 1994’ten itibaren iktisadi krizle birleşerek bir
felakete dönüşmeye başladı. Bu iktisadi ve siyasi kriz
koşullarında, ‘merkez’ siyaset bir kez daha çökmekteyken, ‘milli
güvenlik’ müktesebatı da bir kez daha kurtarıcı oldu. Kürt
savaşının yarattığı atmosferde, tüm iktisadi zorluklara rağmen,
devlet baskısı ve terörüyle toplumun görece hareketsiz
kalmadı sağlanabildi.
Ancak burjuva siyaset, merkezde yeni bir seçenek üretmeyi
başaramadı ve siyasal bunalım aşılamadı. Refah Partisi’nin Aralık
1995 seçimlerinden birinci parti çıkması ve ardından yaşanan kaotik
süreç, sadece laik generaller için değil, başta İstanbul
sermayesi olmak üzere pek çok kesim için –farklı nedenlerle de
olsa– endişe vericiydi. Bu süreçte “milli güvenlik” statüsü yeniden
devreye girdi. Tehditler sıralamasında Kürtlerin yanına İslamcı
parti de büyük harflerle yazıldı. Yapay zorlamalarla sahaya sürülen
DYP-ANAP koalisyonunun biçare bir zombi olduğu kısa sürede ortaya
çıktı ve Erbakan ‘rodeo’ya benzer bir başbakanlığa başladı. Milli
Güvenlik Kurulu’nun 28 Şubat (1997) kararları da siyasal bunalımı
çözmeye dönük iradi bir müdahaleydi ve egemen sınıflardan destek
almıştı. Milli güvenlik bir kez daha, bu kez İslamcı
tehlikeye (de) karşı görevdeydi.
28 Şubat’la ortaya çıkan üçüncü ‘milli güvenlik’ konseptinin
direnci de 1999 depremi ve sonrasındaki krizlerle kırıldı. Abdullah
Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edildiği, KADEK adını alan PKK
güçlerinin yurtdışına çekildiği; kapatılan İslamcı RP’den bakiye
Fazilet Partisi’nin parçalandığı ve ‘yenilikçiler’ adı altında
neoliberal bir hizip ürettiği koşullarda, daha ‘rasyonel’ çözümler
üretmenin yolu açılmalıydı. Büyük sermayenin, 28 Şubat’a verdiği
tedrici desteğe rağmen usulle ve bu sürecin toplam programıyla tam
olarak bütünleşmediği açıktır. Büyük sanayi sermayesi merkez
siyasetteki yıkıcı boşluğun tadilatı için ‘28 Şubatçı’ idi; ama
orta-uzun vadeli çıkarları/projeksiyonu açısından değildi. Dönemin
TÜSİAD yayınlarında sermayenin ‘yeşil’ vs. adlandırmalarla
‘renklere’ bölünmesinden duyulan rahatsızlık dile getirilmiş;
serbest piyasaya biat, AB ile uyum, sivilleşme gibi temel çıpalara
sahip bir restorasyon önerilmiştir. Erdoğan’ın geçen pazartesi
günkü konuşmasında “Biz sermayeyi rengine göre ayıranlardan
olmadık” demesi de sermayeye bu dönemi hatırlatan açık bir
mesajdır.
AKP ve Erdoğan’ı iktidara taşıyan da 1999’dan sonra ortaya çıkan
bu yeni siyasi bunalım sürecidir. Merkezdeki siyasi obruğun
telafisine dair işlevi sona erdiğinde 28 Şubat unsurlarının da
güncel bir anlamı kalmadı. “Milli güvenlik” kavramı onların elinde
dayanıksız bir barikata dönüşürken, ilk dönem AKP’si için bir tür
karşı-pozisyon idi. “Eski düzen güçleri” ile AKP’nin siyasi
temsilciliğini üstlendiği muhafazakâr-liberal ittifak arasındaki
kavgada ‘milli güvenlik’ kilit kavramlardan biri olmuş ve AKP
kampında neredeyse ‘darbe’ ile özdeşleştirilmişti.
Malum, o köprülerin altından ve üstünden çok sular aktı.
2010’dan başlayarak, ama özellikle 2015’ten sonra AKP/Erdoğan yeni
bir statüko yaratacak şekilde sisteme hakim oldu. Ama bu statüko da
kuruluşundan beri bir siyasal sarsıntı içinde mayalanıyor. 2018’den
itibaren siyasal sarsıntı açık ekonomik krizle birleşiyor ve
AKP/Erdoğan’ın emekçi sınıflarda rıza üretme kapasitesinin
gerilemesiyle birlikte bir siyasal bunalıma dönüşme eğilimi
gösteriyor. ‘Milli güvenlik’ parolası da tam bu koşullarda yeniden
ortaya çıkıyor. Ve önce Erdoğan ardından iktidar ortağı Bahçeli,
muhalefeti bir ‘milli güvenlik’ sorunu ilan ediyor.
‘Milli güvenlik’, 30’lu yıllardan beri kurumsal karşılıklara
sahip bir siyasal parola olmasına rağmen, sahiplerine her daim
‘ikbal’ vermiş bir sihre sahip değildir. Çünkü hiçbir zaman, tüm
‘millet’i kapsayıcı bir güven tesisatını ifade etmemiş; aksine,
egemen sınıfların ihtiyaç ve yönelimleri lehine değişen muhayyel
bir ‘milli’lik bandında biçim değiştirmiştir. Siyasal bunalım
anlarında bir çözüm dayatması ya da korunma duvarı olarak ortaya
çıkan milli güvenlik duvarı, esasen bir çatışma durumuna
işaret eder. Bugün saray rejiminin milli güvenlik kavramına
sarılması da –güncel/popüler tabirle söylersek– bir
vesayet hamlesidir. Rejim, bir yeni vesayeti, yine
milli güvenlik alışkanlığıyla savunma telaşında. Bu
vesayet, rejimi oluşturan siyasal terkibin şu ya da bu kanadından
değil, bütünlüklü uygulamalarından; kayyumlardan, parti mutemetleri
gibi davranan valilerin aynı anda işçi eylemleri yasaklamasından,
köylüleri sopalatmasından, mafya kabadayılıklarından medet
ummasından ve benzer bir dizi güncel uygulamadan kaynaklanan bir
vesayettir. Türkiye yönetici sınıfları, yeni bir siyasal bunalım
anında, ‘milli güvenlik’ kavramının da yeniden çatışma alanı olarak
öne çıkacağı bir gerilim momentindedir.