Her şey bir fotoğrafla başladı. Baba ile kızın birbirlerine sarıldıkları duygu yüklü bir fotoğraf karesiyle... Ve peşi sıra acı yüklü başka fotoğraf anlatılarıyla devam etti.
Pamuk ipliğine bağlı yaşamların ülkesindeki bir cinayet ve babasız kalan bir çocuğun dramının kapladığı rengarenk bir sevgi fotoğrafı, seyirlik bir manzara mıdır?
Müzik emekçisi Onur Şener’in katledilmesinin ardından hepimiz hem insanlık hem de etik değerler açısından bir sınavdan geçtik, geçmeye de devam ediyoruz.
Aynı sınavı daha önce İzmir depremi sırasında da, istismara uğrayan çocukların görüntülerini buzlamadan boy boy fotoğraflarla medyaya servis ettiklerinde de vermiştik. Modernitenin “seyir toplumu” ve görsel bombardımanı tüm damarlarımıza sızmış durumda.
Sanki bir babanın canice öldürülmesine dair duygularımızı ifade ederken bu tablonun içine o kişinin mahremini, geride kalanlara dair duygusal detayları koyduğumuzda mesajın daha etkili olacağını ve üzerimize düşeni yapmış olacağımızı düşündük.
Yanıldık.
Basın ve ifade özgürlüğünün ve halkın haber alma hakkının sınırlarının, evrensel ve genel geçer olarak tanımlanmış çocuk haklarının çerçevesiyle kesiştiğini fark etmedik.
Çocuk Hakları ve Gazetecilik Uygulamaları hakkında 2007 yılında Türkçe bir kitapçık da yayımlamış olan ve hak temelli bir perspektifi savunan UNICEF’in “çocuklar söz konusu olduğunda gereksiz bilgilerin habere dahil edilmemesi” yönündeki telkinini görmezden geldik.
Benzer şekilde, BBC’nin de çocuk haberciliğiyle ilgili rehber ilkeleri arasında, çocukları da kapsayan haberler yapılırken, her çocuğun mahremiyet hakkına özel özen gösterilmesi ve çocuğun yüksek yararının gözetilmesi gereği yer alıyor.
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin hazırladığı Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi’nde de “çocuklarla ilgili haberlerde soruna dikkat çekmek, kamuoyunda yaratacağı etki ve yarar dikkate alınmalıdır” deniyor.
Müzik emekçisi Onur Şener’in bir kız babası olduğunu söylemek yetecekken, yetim bırakılmış bir çocuğun görüntülerini ışık hızıyla yaydık. Haber malzemesinde açıkça kamu yararı olup olmadığına dikkat etmedik.
Tıklanma arzusu, reyting beklentisi, kamuoyunun merakını daha cazip ve duygusal görsellerle giderme motivasyonu her şeyin üstüne çıktı. Olayları aktarma tarzımızda dramlaştırma öğeleri ağır bastıkça zaten örselenmiş bir çocukluğa bir darbe de biz indirdik.
Bir görselin paylaşımındaki temel ölçütlerden birinin de, “kamu yararına ne kadar hizmet edeceği” olduğunu, çocukla ilgili görsel paylaşımında bu eylemin çocuğun üstün yararından üstün olup olmadığının değerlendirilmesi gerektiğini bilerek isteyerek unuttuk.
Bir çocuğun belki de ömür boyu peşinden gölge gibi gelecek olan bir travmasına dair dijital ayak izi bırakmanın, katillerin adil yargılanmasını sağlamaya dönük güçlü bir kamuoyu oluşturmanın aracı olduğunu sandık.
“Fotoğraflar masumiyeti sergiler, kendi yıkımlarına doğru ilerleyen hayatların zayıflığını gösterir ve fotoğraf ile ölüm arasındaki bu bağ, bir hayalet gibi bütün insan fotoğraflarının üstünde gezinir (...) Bir fotoğraf çekmek, başka bir insanın (ya da şeyin, durumun vb.) ölümlülüğüne, incinebilirliğine ve dönüşebilir haline dahil olmaktır. Söz konusu ânı dilimleyerek donduran bütün fotoğraflar, zamanın amansız eriyişinin tanığıdırlar,” der Susan Sontag, “Fotoğraf Üzerine” adlı kitabında (çev. Osman Akınhay).
Fotoğraf zamanın en büyük tanığı... Ancak bu tanıklığı medyada kullanmanın çok sıkı kuralları var. Kadın cinayetlerinde de, istismar vakalarında da, doğal afetlerde de, çocuğu ilgilendiren trajik olaylarda da...
Biz ise, çocuğun görselinin kullanımının çok net istisnalara tabi olduğunu bir türlü öğrenemedik. Örneğin onun da dahil olduğu ve çocuğu ilgilendiren bir hak mücadelesi dahilinde görüşünün alınması veya Meclis kürsüsünde konuşma yapması ya da kendisini herhangi bir başka toplumsal katılım ortamında ifade etmesi esnasında bu konuda kamunun bilgilendirilmesi amacıyla çocuğun görselinin kullanımı kendi kararı ve ailesinin onayıyla mümkündür.
Ancak editoryal açıdan haber filtrelenmeden, kurbanın sosyal medya hesaplarından alınan duygusal görüntülerin sosyal medyaya hızla yayılması, bu etik tartışmaları bir anda anlamsız kılıyor ve ucu bucağı olmayan bir hak ihlalleri döngüsünün içinde buluveriyor çocuklar kendilerini...
Bu haberin öznesi değil nesnesi oluveriyor çocuk bir anda. Haber konusu ile olan kişisel ilişkisinin ileride kendisinde yaratacağı etkiler ise önemsiz görülüyor. Çünkü “an”ı kurtarmak aslolan...
O anda kaç RT, kaç like, kaç tık alacağını hesaplamak var bilinçaltında birçok kişinin...
Babasıyla arabada “Dün yine seni andım, gözlerim doldu. O tatlı günlerimiz bir hayal oldu. Ayrılık geldi başa katlanmak gerek” nakaratını söylerken yüzündeki o mutlu ifadeyi her paylaştığımızda bunun o çocuğa ne yararı dokunduğunu bir türlü çözemedik, ama paylaşmadan da dur(a)madık.
Ama çok fena yanıldık. Onur Şener’in ailesinin de sosyal medyaya bu konuda yaptıkları açıklamada, Onur Şener’in kız kardeşi Pınar Şener Harput, yeğeninin görsellerinin paylaşılmaması konusunda ricalarını hepimize iletti.
Basın etiği açısından da, hak-temelli medya dili açısından da, uluslararası hukuk açısından da bu yapılan hem mahremin ihlâli, hem de çocuk koruma ilkelerinin yok sayılmasıdır.
Bir yandan katledilen bir can karşısında tüm yüreğimiz titrerken, bir yandan da klavyelerimizin başına geçip, 18 yaşından küçük bir bireyin, yani bir çocuğun görsellerini aileden izin almadan ortalığa saçarak ikinci kez kurbanlaştırmaya devam ediyoruz. Ana rahmine düştüğü andan itibaren çocuğun haklara sahip olduğu gerçeğini ve özel hayatın gizliliği ilkesini unutuyoruz.
İstanbul Kültür Üniversitesi’nden psikiyatr Dr. Öğretim Görevlisi Arzu Erkan, bu durumu “Üzüntü ve isyanımızı paylaşırken acımasız ve bencilce davranabiliyoruz. Tekdüze hareket edebiliyoruz. Ne ölen ne de geride kalanlar birer nesne” diye yorumluyor ve çok önemli noktalara temas ediyor:
“İnsanlar, dostlarımız, sevdiklerimiz, bir şekilde temas ettiklerimiz öldüklerinde geçmiş mesajlaşmalarımızı yayınlamak –ne sebeple olursa olsun- etik değil. Mahremiyet hakkı, öldükten sonra da -hatta kendisini savunmayacağı için hayatta olduğundan daha fazla- geçerli ve önemli. Tek bir tıkla bir şey paylaşıp görevimizi yapmış duygusuyla kenara mı çekileceğiz yoksa yaptığımız paylaşım insanlara gerçekten yararlı mı? Paylaşım insanları haberdar etmek için mi yoksa dikkat çekmek için mi?”
Gerek gazetecilik gerekse yeni medyanın etkisiyle yurttaşlık, böyle zamanlarda, genelgeçer etik ilkeleri içselleştirmekle yükümlü. Korkunç bir katliam sonucu yetim kalan çocuğun babasıyla en mahrem, en samimi, en sevgi dolu görsellerini paylaşarak altına yorumlar yazmakta ne çocuğun üstün yararı var, ne de kamu yararı...
Çocukların medyadan korunma hakkı, medyanın da çocuk haklarını koruma rolü giderek uluslararası literatürde ve uygulamalarda ağırlık kazanıyor. Zira çocuğun, gerek ana akım medyada gerekse sosyal medyada bir birey olduğunu ve onları ilgilendiren haber sunumlarında bir birey olarak onların haklarının korunması gerektiğini bilmeliyiz.
Bunun için çözüm basit: Çocukta şu anda ve ileride travma yaratabilecek başlıklar, görseller kullanmamaya dikkat edilmeli. Çocuğun üstün yararını önceleyen bakış açısını asla terk etmemeli. Yaptığınız haberin, kullandığınız görselin, travma altındaki çocuğu yaşamının sonraki aşamalarında nasıl etkileyeceğini her zaman aklınızın bir köşesinde tutun. Bunu yurttaş da olsanız, gazeteci de olsanız, yurttaş gazeteciliği de yapsanız istisnasız şekilde uygulayın.
Babasıyla çekilmiş çok özel bir videonun kullanımı kamunun cinayet hakkında bilgilendirilmesine mi yarayacak, yoksa cinayet haberinin özünden koparılarak kamuda bir acıma ve merhamet duygusu tetiklenerek çocuğun kimlik bilgileri herkesin erişimine mi açılacak?
Bu temel haklar, daha geniş kitleleri etkileme hevesine ve popüler kültüre heba edilemeyecek kadar dokunulmaz niteliktedir ve bu konudaki etik ilkelerin içselleştirilmesi tüm mesleki ve insani süreçlere dahil edilmelidir.
Biz mi ne yapmalıyız?
Öncelikle tüm bu karanlığa, nobranlığa, cehalete, kural tanımazlığa, insan kırımına karşı insan olmalıyız, insan olma vasıflarımızı herkese, her şeye karşı hep korumalıyız.
Hangi meslekten olursak olalım, karşımızda nasıl bir trajik haber olursa olsun, etik olmalıyız ve vicdani kuralları gözetmeliyiz. Kişilerin unutulma hakkı olduğunu unutmamalıyız.
Ve tüm bu uyarıların her bir katliamdan ve doğal afetten sonra sil baştan yinelenmesine gerek kalmaması için çocuk dostu bir medya okuryazarlığı konusunda çok daha etkin, yaygın ve sonuç-odaklı projeler üretmeliyiz.
Yaratacağımız birkaç bin kişilik etkileşim, doğurmayı istediğimiz sözde farkındalık uğruna bir çocuğun kalbinde yaratacağımız onulmaz hasar, çok daha büyük ve derin olacaktır.
Bu ve benzer durumlarda bunca uyarıda bulunulduktan sonra inadına çocuk görseli paylaşmaya devam mı ediyorsunuz? O zaman kendinize şu soruyu sorun: Sosyal medyadaki paylaşım çılgınlığı sona erdiğinde, duvara asılı boy çentiğinin önünde babasının gelmesini bekleyen küçük kız çocuğunun yaşamındaki bu vicdani yükü taşıyabilecek misiniz?