Stratejik derinlik hesaplarıyla Türkiye’nin dış politikasını arapsaçına çeviren eski Dışişleri Bakanı ve müstafi Başbakan Ahmet Davutoğlu, onca yıl sustuktan sonra, nihayet konuşmaya karar verir. Önce partisinin 31 Mart yerel seçimlerindeki yenilgisinin ardından içinde zamanın ruhu, siyahi ahlak, ortak akıl ve demokrasi sözcükleri geçen 15 sayfalık bir manifesto yayınlar. Bu manifestonun bir yerinde basın özgürlüğünden de söz eder ve “Gerçek basın özgürlüğü demokrasimizin bağışıklık sistemidir. Bunu yok etmek, usulsüz ve baskıcı metotlarla basında tekelleşmeye yönelmek Türkiye’nin zihni kapasitesini daraltmaktadır” der. Oysa aynı Davutoğlu, henüz dışişleri bakanıyken Freedom House’un Türkiye’nin basın özgürlüğü konusunda “kısmen özgür”den “özgür olmayan” ülke statüsüne düştüğü raporuna sert tepki göstermiş, “gazetecilerimiz özgür denilen ülkelerden de daha özgür” diyerek “hepimizin bu ülkedeki demokratik altyapıyı ve özgürlükleri yaşayan insanlar olarak bu rapora eleştiri getirme zorunluluğumuz” olduğundan söz etmiştir. Bakana göre rapor önyargılıdır, öyle ki kulaktan dolma bilgilerle 44 gazetecinin cezaevinde olduğunu iddia etmiştir. Bakan, doğrusunu açıklar, 13 kişinin yargılanmasının tutuklu olarak devam ettiğini, 12’sinin tahliye edildiğini, hüküm giyen 17 kişinin olduğunu söyler. Sonra da o çok bilindik ifadeyle “onlar gazetecilik adına tutuklanmış değiller” diyerek duruma açıklık getirir. Yani basın özgürlüğünün doruklarda olduğu Türkiye’nin yasalarında neyse ki gazetecilik suçu diye bir suçun bulunmadığını, en yetkili ağızlardan birinden bir kez daha duymuş oluruz. Hemen ardından, bu 17 gazetecinin terör faaliyetlerine katılmaktan dolayı tutuklandıklarını belirtir. Basın mensuplarını, kendi günlük pratiklerinden yola çıkarak bu raporu reddetmeye davet eder. Türkiye’de ifade ve basın özgürlüğünün ne denli doruklarda olduğunu kanıtlamak için, ülkenin demokratik bir seçimden yeni çıkmış olduğunu, her bir muhalefet partisinin ülkenin her bir semtinde özgürce kampanya yapmış olduğunu, hükümete yönelik en ağır eleştirilerin görsel ve yazılı basında yer bulabildiğini ekler. Tarih 2 Mayıs 2014’tür. Dönemin başbakanı Erdoğan seçim meydanlarında “twitter mwitter hepsinin kökünü kazıyacağız” diyeli birkaç hafta olmuştur.
Sonra bildiğiniz hikâye, Davutoğlu başbakanlık koltuğuna oturur. Aynı yıllar, merkez medyanın yeniden yapılandırıldığı, medya sahipliklerinin dizayn edildiği, havuzların kurulduğu dönemlerdir. G20 zirvesinin toplandığı Davos’ta, temel bir değer olarak ifade özgürlüğünü hepimiz desteklemeliyiz dedikten sonra şerh düşer: “Ama bu; başkalarının itibarlarına zarar vermeden, hakaret etmeden, kişisel haklara saldırmadan, hepimize tehdit teşkil eden terör eylemlerini desteklemeden yapılmalı." Başbakanı böyle bir açıklama yapmak zorunda bırakan, yine patavatsız bir gazeteci olmuştur. Tutuklu gazetecilerin serbest bırakılmasını isteyen gazeteciye, bunların spekülasyon olduğunu söyleyerek “7 şahıs arasında hiçbiri gazetecilik faaliyeti ile ilgili tutuklanmadı; başka suçlar işlediler” der ve gönüllere bir kez daha su serper. Aradan geçen bir yıla rağmen, Türkiye yasalarında hala gazetecilik suçu diye bir suç yoktur. Öyleyse, Türkiye basın özgürlüğünün doruğundadır. “Ben hiçbir gazeteciyi tutuklamadım ve salıvermem de, bunu mahkemeler yapar” diyerek bağımsız yargının da Türkiye demokrasisi bakımından taşıdığı önemin altını çizer. Profesör başbakan, kıvrak zihnini ve engin tecrübesini bir kez daha konuşturmuş, amiyane tabirle bir taşla iki kuş vurmuştur.
Ne var ki hem dışişleri bakanlığı hem de iki yıla yakın süren başbakanlığı boyunca, Davutoğlu dış mihraklara ve algı operasyonu yapan uluslararası basın ve kuruluşlara Türkiye’de basın özgürlüğü ihlalinin olmadığını anlatmakta zorlanır. 8 Şubat 2016’da, bundan yaklaşık bir yıl sonra tutuklanacak, bir yıla yakın süre tutuklu kaldıktan ve Almanya ile Türkiye arasındaki onca pazarlıktan sonra serbest bırakılacak Die Welt muhabiri Deniz Yücel, Davutoğlu’na aynı soruyu yöneltir ve aynı cevabı alır. “Türkiye’nin cezaevlerinde hiçbir gazeteci gazetecilik faaliyetinden dolayı hapiste değildir. Elinde sarı basın kartı olması suçtan muaf kılmaz.” Aradan bir yıl daha geçmiştir ve yasalarımızda hala gazetecilik suçu diye bir suçun tanımlanmadığını anlarız. Ama bu sefer sanki birazcık kızmıştır gazeteciye. Yücel’in Silopi ve Cizre’deki insan hakları ihlallerine dair sorusuna ve Erdem Gül ve Can Dündar’ın tutukluluğu ile ilgili sözlerine “basın toplantısı iki başbakan arasında ama üçüncü bir basın açıklaması oldu, esas itibariyle siyasi bir ‘statement’ yapıldı” sözleriyle tepki gösterir. Neyse ki ifade özgürlüğüne saygılı bir başbakandır. “Buna da saygı duyarız, Türk başbakanın yüzüne bakılarak bunun yapılması da önemlidir. Türkiye’de herkes hükümete, bana eleştiri getirebilir” der.
İşte hem 5 yıl süren bakanlığı, hem de 2 yıla yakın başbakanlığı döneminde basın özgürlüğüne bu denli saygı duymuş ve Türkiye’de basının ne denli özgür olduğunu uluslararası camiada anlatmak için onca mesai harcamış Ahmet Davutoğlu, başbakanlık görevinden istifa etmek zorunda bırakıldıktan ve iki yıllık bir suskunluktan sonra, nihayet konuşmaya karar verdiğinde bir de ne görsün? Basın özgürlüğünün doruğundaki Türkiye’de görüşlerini yayınlayacak, onunla röportaj yapacak bir tek gazete, televizyon yok! Anayasa referandumu öncesinde, yeni anayasa paketi ile ilgili “kaygılarını” anlatmak için kapısını çaldığı televizyon kanallarının hiçbirinden müspet yanıt alamıyor. Nihayetinde bir gazete onunla mülakat yapmayı kabul ediyor, ama mülakat yayınlandığında hüsrana uğruyor. “Kendi partisi iktidarda olan bir (eski) başbakan olarak” en temel kaygıları yayınlanmıyor. Kapısını çaldığı gazeteciler “durumu biliyorsunuz, bizi mazur görün” diyorlar. Davutoğlu, bir aydın olarak bundan hicap duyuyor ve “özgürce konuşulamayan bir yerde en basit problemler bile çözülemez” diyerek ülkede sansür ve otosansür diye bir durumun olduğundan söz ediyor.
Arkasından yine uzun bir suskunluk dönemi geçirdikten sonra yeniden konuşmaya karar verdiği bu günlerde, Davutoğlu’nu programına davet eden gazeteci Yavuz Oğhan, Akif Beki ve İsmail Saymaz’la birlikte Sputnik Türkiye’deki işlerinden kovuluyorlar. Sputnik’in Genel Yayın Yönetmeni’nin “Davutoğlu gibi bir figürü önemsemiyoruz, haber değerinin olduğuna inanmıyoruz” sözleri eşliğindeki açıklamasından Oğhan’ın Sputnik’te yayınlanmasına izin verilmeyince programı kendi Youtube kanalında yayınladığını ancak buna rağmen işine son verildiğini anlıyoruz. Böylece Davutoğlu, Türkiye’de ifade özgürlüğünün olmadığını keşfediyor ve “kendileri sadece gazetecilik yaptılar” sözleriyle adeta isyan ediyor. Allah Allah! Neden acaba?