Bir demokrasimiz olacak mı?-3: 'Eski' ve 'yeni' rejimin adını koyalım
Göksel Aymaz: Övüneceğimiz demokrasimiz yoktu ama otoriter rejim tartışması da yoktu... Ülkü Doğanay: 'Yeni'nin olduğu kadar 'eski'nin de adının konması lazım...
DUVAR - Gazete Duvar’da, gelişkin bir adalet sistemiyle, başarabildiğimiz ölçüde demokratik bir toplum hayatı sürebilmek için bugünün ve geçmişin karşılaştırılmasına dayalı tartışmaya devam ediyoruz.
Bu konuda tartışma açılmasının gereği ve yararına Levent Köker’in Birikim dergisindeki yazısı işaret etti: “Başkancı rejim: Popülist yarışmacı otoriterlik mi, diktatörlük mü?” Gazete Duvar yazarlarından Ümit Kıvanç, Köker’in ortaya getirdiği sorunları ve görüşleri aktararak, geçmişin tartışılması üzerindeki fiilî ambargoya dikkat çekti ve, “Bizim sahiden bir demokrasimiz var mıydı?” diye sormadan çıkış aranamayacağını ileri sürdü.
Bugün gazetemizin yazarlarından Göksel Aymaz ve Ülkü Doğanay ile tartışmaya devam ediyoruz.
Aymaz “toplumun tarihten, sosyolojiden, siyaset kültüründen gelen güçsüzlüğü”ne dikkat çekiyor. Türkiye Cumhuriyeti tarihinin “anlamlı bir bütün” oluşturduğunu belirtiyor ve, “Bu ‘bütün’den alacağınız herhangi bir kesit,” diyor, “size demokrasinin varlığına ilişkin kesin kanıtlar sunmayacağı gibi, gelecekte bir demokrasiden de ipuçları vermez.”
Ülkü Doğanay mevcut yapı karşısında mücadele edebilmek için "ne ile karşı karşıya olduğumuzu anlamanın, adını koymanın" önemini ifade ediyor. Doğanay'a göre gereken bir an önce “Yeni”nin olduğu kadar “eski”nin de tüm günahlarıyla beraber “adının konması” ve gerçek bir değişimi hedeflemek için gerçek bir siyasi projenin telaffuz edilmeye başlanması".
GÖKSEL AYMAZ: ÖVÜNECEĞİMİZ DEMOKRASİMİZ YOKTU AMA OTORİTER REJİM TARTIŞMASI DA YOKTU
Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi tarihi anlamlı bir bütündür. Homojene yakın bir tutarlılık gösterir ama ‘anlamlı bütün’ demek daha doğru bir ifade olacaktır. Bu tarihin herhangi bir anından alacağınız bir kesit, size öncesi hakkında kesin kanıtlar, gelecek hakkında da güçlü ipuçları verir. 1950’nin otopsisini yapsanız, bir zaman sonra dindar muhafazakâr bir iktidarın vuku bulacağını öngörebilirsiniz. 1977 yılı seçim sonuçlarıyla 1980 Anayasası referandum sonuçlarını karşılaştırsanız, kitlelerin otoriter bir yönetimin gönüllü destekçisine dönüşebilme kapasitesine kolayca vakıf olursunuz. Yani bu ‘bütün’den alacağınız herhangi bir kesit, size demokrasinin varlığına ilişkin kesin kanıtlar sunmayacağı gibi, gelecekte bir demokrasiden de ipuçları vermez.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, 2018’de yürürlüğe girdi. Öncesinde övüneceğimiz bir demokrasimiz yoktu. Demokrasinin varlığından söz etmek için önemli bir veri olarak, mesela, toplumun kendisini ilgilendiren konularda karar alma süreçlerine demokratik katılımını engelleyen kısıtlamalar, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde her dönemde yürürlükteydi. Seçimlerin yapılmış olması bu gerçeği değiştirmez. “Seçimler millet iradesinin tecellisidir” şeklinde platonik dil, gerçekliğimiz karşısında son derece dayanaksız bir tez olur.
Ama darbe dönemleri dışında otoriter rejim tartışması yapmayı gerektirecek bir durum da yoktu. Siyasal alandaki disiplinin toplumun diğer alanlarına sistematik ve aynı dozda istikrarlı biçimde uygulanışına bu denli tanıklık etmemiştik. Toplumun tarihten, sosyolojiden, siyaset kültüründen gelen güçsüzlüğü yarattı bunu. Dolayısıyla, bundan sonra kendisi için iyi ve güzel olanı yine toplumun kendisi arayıp bulacak. Ona bu yolda eşlik edecek güçlü siyasal yapılara ihtiyacı var. İhtiyacı var demek de henüz yok demektir. Ama ‘henüz yok’! Gerçekliğin iki boyutu vardır: Reel olan ve hakikat. Gerçeklik Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasal tarihiyse eğer, 2018-2020 arası reel olandır; 1923-2020 ise hakikat. Reel olan bu hakikat içerisinde imkân buldu. Ve hakikat, kendi içinde henüz olmamış reel mümkünler de barındırır.
ÜLKÜ DOĞANAY: 'YENİ'NİN OLDUĞU KADAR 'ESKİ'NİN DE ADININ KONMASI LAZIM
Bir sorunla karşı karşıya olduğumuzda eğer pes etmek, takdir-i ilahiye bağlamak, kaderdir deyip razı gelmek ya da bir kenarda sessizce, eğer yeterince görünmez olursak bize dokunmadan gelip geçeceğini ümit etmek dışında bir şey yapmaya niyetliysek öncelikle onun “ne” olduğunu yani ne ile karşı karşıya olduğumuzu anlamaya çalışırız. Son günlerde neredeyse okur-yazar herkesin bir tür bulaşıcı hastalıklar uzmanıymışçasına korona virüsü salgınının seyri ve salgınla mücadelenin nasıl olması gerektiği hakkında fikir beyan etmesinin ardında da en azından salgının ilk aylarında bu virüsün ne olduğu, nereden kaynaklandığı, nasıl çoğaldığı konusunda fazlasıyla bilgilenmiş olmamız yatıyor. Hiç bilmediğimiz, ya da daha önce ilgilenmediğimiz bir alandaki gelişmeler, gündelik yaşamımıza müdahale etmeye ve hatta hayatımızı tehdit etmeye başladığında, ne ile karşı karşıya olduğumuzu anlarsak hayatımızın ellerimizin arasından kaçıp giden kontrolünü yeniden sağlayabileceğimiz ümidine sarılmak bana son derece insani bir tavır gibi geliyor. Kaldı ki sorunun ne olduğunu bilmek, adını koymak, onunla nasıl mücadele edebileceğimize dair bir perspektif geliştirmemiz açısından da yardımcı olacak bir hamle olarak görünüyor. Aslında buradan gelmeye çalıştığım nokta, hayatımızı tehdit eden virüs salgını açısından değil, ama şu anda en azından minimum demokratik ilke ve değerler, temel insan hakları ve özgürlükler ekseninde bir arada yaşayabilme ümidimizi mütemadiyen tehditler savurarak kırmaya yeltenen “iktidar” karşısında, muhalefetin ortak bir zeminde birleşebileceği ümidini henüz yitirmemiş olan “bizler” açısından “ne” ile karşı karşıya olduğumuzu anlamanın, adını koymanın “yapıcı bir edim”, bir şeyleri değiştirmek için girişilecek mücadelede bir ilk adım olabileceğini vurgulamak.
Beni bunları düşünmeye sevk eden yazılar, birkaç yıldır Gazete Duvar’da ve başka mecralarda yayınlanıyor. Ancak Ümit Kıvanç’ın Levent Köker’in Birikim dergisinin Eylül sayısında yayınlanan “Başkancı rejim: Popülist yarışmacı otoriterlik mi, diktatörlük mü?” başlıklı yazısı üzerine başlattığı “Eski rejim, yeni rejim” tartışmasının, muhalefetin bir kenarda rejimin kendi sonunu getirmesini beklemekten başka ne yapabileceğini tasavvur edebilmemiz açısından önemli bir zemin hazırladığını düşünüyorum. Levent Köker’in siyaset bilimci ya da hukukçu olmayan okurun da rahatlıkla anlayabileceği berraklıktaki yazısı, rejim tartışmalarına ilişkin geniş bir literatürü elden geçirerek bu literatürün “yarışmacı otoriterlik”, “popülizm”, “egemen diktatörlük” ve “tedbir/önlem devleti” kavramlarını Türkiye’nin bugünkü kendine özgü rejimini anlamak için nasıl ve ne ölçüde kullanılabileceğini tartışıyor. Köker, 2017 Anayasa değişikliği referandumu ile geçildiği söylenilen “Türk tipi başkanlık sistemi” ya da “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”nin gerçekte bir sistem değişikliğinin ötesinde “rejim değişikliği” getirdiğini açıklıyor. Yazar, “başkancı rejim” adını verdiği bu rejimi anlamak için Fraenkel’in “ikili devlet” kavramına başvuruyor: “Yeni rejim”in öngörülebilirlikten yoksun olma, yargıya müdahale, devlet yönetiminin siyasi gerekçelerle hiçbir hukuki normla bağlı bulunmaksızın hareket edebilme ayrıcalığı ve normun yerini önleme/tedbire bırakması gibi özelliklerle Fraenkel’in Weimar dönemindeki nasyonal sosyalist iktidar tecrübesini açıklamak için kullandığı “ikili devlet” kavramlaştırmasına uygun düştüğünü belirtiyor. Bu noktada, üzerinde düşünülmesi gereken sorunlardan birisi olarak bugün “parlamenter sistemi yeniden inşa etmek” vaadi, yani bir tür restorasyon talebi etrafında bir araya gelen -ya da olası bir seçimde bu vaatte ortaklaşacağı tahmin edilen- muhalefetin gerçekte “yeniden inşa etmek” istediğinin ne olduğu karşımıza çıkıyor. Köker, Fraenkel’in “ikili devlet” kavramlaştırmasından yola çıkan Arato’nun Türkiye’nin 12 Eylül Anayasası için kullandığı ve tam otoriter bir rejim olmadığı için “ikici devlet” kavramı ile açıklanması gerektiğini ileri sürdüğü “eski rejim”in öngördüğü siyaset modelinin de pek öyle restore edilmesi arzulanacak bir nitelikte olmadığını hatırlatıyor.
Bu noktada, Ümit Kıvanç’ın “bugünden çıkış” için “ahali olarak, problemli ergenlikten kurtulup kaderine sahip çıkan yetişkin toplum haline gelebilmemizin şartı ve imkânı” olarak ileri sürdüğü soruna odaklanmanın önemi bir kez daha açığa çıkıyor: Yani “yeni”nin olduğu kadar “eski”nin de tüm günahlarıyla beraber “adının konması” ve gerçek bir değişimi hedeflemek için gerçek bir siyasi projenin telaffuz edilmeye başlanması zorunluluğu.