Bu satırları yazdığım sıralarda depremde vefat edenlerin sayısı 20 bini, yaralıların sayısı da 80 bini geçmişti. Bir haftadır, bir korku filmini, 24 yıl sonra yeniden çekilen bir korku filmini seyreder gibiyiz. Bir devlet, Türkiye Cumhuriyeti değil ama “Erdoğan’ın devleti” Reistokrasi çöküyor beynimizde; bir haftadır yemek yemekten, sokağa çıkarken paltomuzun önünü kapatabilmekten, ağız dolusu gülmekten utanır hale geldik. Ölenlerin sayısı, Demirtaş’ın iddia ettiği gibi, açıklanandan daha fazla olabilir mi? Belki de Demirtaş yanılıyordur ama insan, Covid-19 fırtınasının yaşandığı ilk dönemlerde dönemin Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın rakamlarla nasıl oynadığını bilince açıklanan “resmî” rakamlara inanmakta da güçlük çekiyor.
TOPLUM TEYAKKUZDA DEVLET TELAŞLI: AFAD VE ÂFAT
Bölgeye ulaşabilen, orada gördüklerini bizlere aktarabilen herkesin üzerinde görüş birliğine vardığı bir husus var ki şu anda bölgede çalışmakta olan AFAD yetkilileri, asker, polis, doktor, hemşire, yardımseverler… herkes ama herkes insanüstü çalışıyor. Depremden etkilenmeyen bölgelerdeki insanlar -ki bizzat biliyorum- kan verme kuyruklarında saatlerce bekliyorlar. “Az veren candan” misali milyonlarca insan depremzedelere yardım için didiniyor. Kızım ve oğlumdan biliyorum; deprem bölgesine gönderilen yardımların biriktirildiği merkezlerde çalışmak için o kadar çok genç insan başvurdu ki artık yardım etmek için gelenleri geri gönderiyorlar.
Peki sorun ne? Neden (sivil) toplum teyakkuza geçmişken devlet (yöneticileri) telaşta. Devlet gerçekten telaşlı ve panik. (Sivil) toplumu AFAD’ın içine hapsetmek her şeyi kendi eliyle/emriyle/iradesiyle yap(tır)mak istiyor. “Her Adam/Reis” istiyor ki kendi dışında hiç kimse bölgede olmasın, inisiyatif almasın. Her şey onun emriyle, her şey onun rızasıyla olsun. Her Adam “kün fe yekun” der demez “ol”sun; reaya Reis’e şükretsin. Reistokrasinin bekası, Reis’in ülke ve milletiyle bölünmez bütünlüğü tesis edilebilsin.
Oysa güneş balçıkla sıvanmıyor, bir âfat AFAD’ın içine hapsedilemiyor, reistokrasinin deprem bölgesindeki tezahürü AFAD, âfatın altında kalıyor. Ersin Kalaycıoğlu Hoca’nın, İnalcık’ın “sultanizm” kavramından hareketle türettiği neo-patrimonyal sultanizm,[1] daha kısaca reistokrasi olarak anabileceğimiz Her Adam rejimi çöküyor. AFAD âfatın, reistokrasi Türkiye toplumunun altında eziliyor.
'SİYASETİN ZAMANI', HAYSİYETSİZLER, NAMUSSUZLAR…
Yeri gelmişken altını çizeyim. Yazmaya çalıştığım “AKP iktidarının depremzedelere yardım etmekte başarısız olduğu” şeklindeki bir popüler eleştiriden çok daha fazlasıdır. Sorunumuz AKP’nin deprem riskine karşı ne kadar tedbir aldığı, afet yönetiminde ne kadar başarılı olduğu; depremzedelere ne kadar yardım götürdüğü vb. değil. Bir zihniyet, bir devlet algısı sorunu. Sorun; bir deprem politikası ve bir afet yönetim stratejisi değil, bizzat Erdoğan’ın şekillendirdiği, Erdoğan’la tanımlı devletin, reistokrasinin, neo-patrimonyal sultanizmin sorunu.
Cumhur İttifakı’nın “Siyasetin zamanı değil!” ile örtmeye çalıştığı da bu: “Siyasetin zamanı değil!” demek, sivil toplumun reistokrasinin (deprem özelinde AFAD olarak da okunabilir) emrine sığmadığını, inşa edilmeye çalışılan (neo)patrimonyal yapının tel tel döküldüğünü söylemenin zamanı değildir demenin farklı bir yoludur. “Haysiyetsiz” ve “Namussuzlar” ise Devlet-Baba’nın Reis-Devlet’in Kerim Devlet’in (Allah’ın uhdesine emaneti olarak ailesinin/tebaasının bakımını sağlamakla yükümlü Baba/Reis-Devlet’in) çöktüğünü, toplumun reistokrasiye tıkıştırılamadığını göstermeye çalışanlardır. İşte AHBAP’a ve lideri Haluk Levent’e yönelik nefret de, AHBAP’a destek olan Youtube fenomeni BabalaTv’den Oğuzhan Uğur’a yönelik nefret de, tüm muhalif medyaya yönelik nefret de, Twitter’a yönelik sınırlandırmalar da, Erdoğan’ın yüzüne yansıyan sinir, diline yansıyan küfür(ler) de… İşte tam olarak bunlardan tezahür etmektedir.
'BÜYÜK İNSANLIK': SADECE İNSANLARI DEĞİL İNSANLIĞI DA KURTARANLAR
Varsa bir “Kader Planı” o da güneşin “En Sıradışı” balçıkla dahi sıvanmadığı, sıvanamadığıdır: “Reistokrasi’nin ıh deyicileri” -siz yandaş medya diye de okuyabilirsiniz- ne kadar sıvamaya çalışırlarsa çalışsınlar; sosyal bilimlerin, ekonomi-politiğin “Kader Planı”(!) devreye giriyor işte ve sivil toplum yani “…gemide güverte yolcusu tirende üçüncü mevki şosede yayan, büyük insanlık” reistokrasinin içine tıkıştırılamıyor; yardımseverler Reis’in emrine tâbî olmuyorlar. AFAD, deprem âfatından Reis’i ve Reistokrasiyi ne kadar kurtarmaya çalışsa da başarısız oluyor, “Büyük İnsanlık” sadece insanları değil, insanlığı da kurtarmaya çalışıyor.
Turgay Güler’in Ülke TV’deki En Sıradışı adlı programda sivil topluma -hadi gelin buna bu seferlik olsun Büyük İnsanlık diyelim (Haluk Levent’e, onun önderliğinde yardım toplayan AHBAP’a, Youtuber Oğuzhan Uğur’a ve diğerlerine)- hakaretler yağdırması “leş kargası” olarak andığı Haluk Levent’i “deprem bölgesini PR sahnesine çevirmekle”, “alanı perişan etmekle” suçlaması da bu yüzdendir.
Yeri gelmişken şu hususun altını çizmek isterim. Turgay Güler’in aynı yayında Haluk Levent’e “Bir milyar lira teslim edemezsin, yönetemez!” şeklinde çıkışması tam da bu yazının amacını tekrar etmek için önemli bir fırsat vermektedir. Güler’in derdi Haluk Levent’in yardımseverler tarafından kendisine gönderilen toplam bir milyar lirayı “yönetip yönetememesi” değildir; aksine bu paranın deprem bölgesine Reis’in değil Levent’in aracılığıyla gitmesidir. Turgay Güler “afet yönetimine dair bir organizasyon sorununun” altını çizmez -ki Haluk Levent AFAD ile işbirliği içinde çalıştıklarını, bu konuda bir protokol hazırladıklarını belirtmektedir. Turgay Güler’in siniri Haluk Levent’in, Her Adam’ın “kün fe yekun” iradesinin/iktidarının, onun Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin, aslında bir kartonpiyer-iktidar olduğunu gözler önüne sermesi, insanların AFAD’a değil AHBAP’a güvenmesidir.
Oysa Haluk Levent AHBAP’ın liderliğinde bir sivil toplum dayanışması göstermek yerine, 2011 Ağustos’unda Erdoğan’la birlikte Somali’ye giderek yardım kampanyasına katılan Ajda Pekkan gibi davransaydı; Haluk Levent Erdoğan ile birlikte Adıyaman ve Malatya’ya gitse, Reis’in yanında dursa ve Ajda Pekkan’ın 2011’deki ziyaret sonrasında yaptığı gibi “Çok zor durumdalar ve artık ölüm kalım savaşı veriyorlar. İyi ki gittik, iyi ki gördük. Bu anlamda sayın [Cumhurbaşkanımıza] -ki Pekkan o zaman “Başbakanımıza” demişti- ve değerli eşlerine teşekkür ederim. Bakanlarımız ve milletvekillerimiz bizimleydi. Ziyaret açlığın boyutunu daha net görmemizi sağladı” minvalinde açıklamalar yapsaydı; bir başka şekilde ifade etmek gerekirse Haluk Levent AHBAP’ın liderliğinde yardım toplayacağına, Tayyip Erdoğan’la ahbap olsaydı, Reis ve şürekası gözündeki yeri şimdikinden çok farklı olurdu: Leş kargası olarak tanımlanmaz; Külliye’deki afili bir törende kendisine Ajda Pekkan gibi Kültür ve Sanat Büyük Ödülü verilirdi.
Muhtemel ki ben bu yazıyı yazdığım sırada göçük altında bir “devlet” bekleyen yurttaşlardan birkaçı daha öldü; onlarcasının daha cansız bedenleri çıkarıldı; yüz binlerce insan son bir umutla göçük altındaki yakınlarının sesini duymak için çırpındı… İnsan değil ne diyeceğini, nasıl üzüleceğini bile bilemiyor; “Geçmiş olsun!” deyip geçivermek öyle komik görünüyor ki. Yaşadığımız deprem değil bir kabus. Bu kabusta Büyük İnsanlık, “insanları ve insanlığı” kurtarmaya, Reis ise reistokrasiyi berkitmeye çabalıyor.
Siyasetin zamanıdır! Deprem, 10 ili yıktığı kadar siyasal sistemimizi de, “Erdoğan’ın devleti”ni de yıktı. Deprem, bir “cumhuriyet”e, bir “sosyal devlet”e, “bağırıp çağırmayan, dinleyen,” “sorunun değil çözümün öznesi olan” bir devlete, “hakaret değil hareket eden” bir devlet/cumhur başkanına ne kadar çok ihtiyacımız olduğunu da gösterdi bize.
Paulo Coelho, delikanlının kendi ülkesindeki bir atasözünü hatırlayıverdiğini söyler Simyacı’da[2]: “En karanlık an, şafak sökmeden önceki andır.”
Dilerim, hayatımızı kabusa dönüştüren deprem ve bu kabusu bir karabasana dönüştüren siyasal yapı bizim için de şafak sökmeden önceki en karanlık an olsun. Ve yine dilerim ki Paulo Coelho’nun kelimeleriyle, bir “Araştırma her zaman acemi talihiyle başla[sın]. Ve her zaman ‘fatihin sınavı’yla sona er[sin.]”
NOTLAR:
[1] Patrimonyalizm, Neo-patrimonyal mutlakiyetçilik ve sultanizm kavramları literatürde hayli tartışıldı. Ben sadece iki kaynak önermekle yetineyim: Ersin Kalaycıoğlu (2005), Turkish Dynamics: The Bridge Across Troubled Lands New York, NY: Palgrave Macmillan., Halil İnalcık’ın Sultanizm’i için elbetteki meşhur “Comments on Sultanism: Max Weber’s Typification of Ottoman Polity”, Princeton Papers on Near Eastern Studies Vol 1 (1992): 49-72. Bakılabilir.
[2] Paulo Coelho (1997), Simyacı, (Çev: Özdemir İnce), İstanbul: Can Yayınları