Bir emeklilik yazısı planlamıştım, veda yazısı olacağını hiç düşünmeden. Eylül’ün yedisi itibariyle emeklilikte yaşa takılanlardan biri değilim artık. Bir son dakika aksiliği yaşamazsam, 23 yıl hizmet verdiğim ve 2017 yılında haksız ve hukuksuz biçimde ihraç edildiğim Ankara Üniversitesi’ndeki görevimden bugünlerde emekli olmayı bekliyorum. Elbette bir gün geri dönmek koşuluyla. Tam dört yıl önce, yine garip bir tesadüfle eylül ayının yedisinde, yani doğum günümde başvurduğum OHAL Komisyonu’ndan barış akademisyenlerinin başvurularına dair çıkmış olumlu veya olumsuz bir karar yok. İlk başlarda, kendilerine yapılan başvuruları KHK sırasına göre değerlendireceklerini açıklayan komisyonun, üstelik tümü yargılandıkları davalardan beraat etmiş olmasına rağmen, dört yıldan bu yana neden tek bir barış akademisyeninin dosyasını karara bağlamadığını gayet iyi biliyoruz. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına rağmen Selahattin Demirtaş’ın, Osman Kavala’nın bugün hâlâ neden hapiste olduğunu bildiğimiz gibi. Ama aynı zamanda, bunun böyle gidemeyeceğinden, bu haksız, hukuksuz düzeninin eninde sonunda ve umarım ki çok da geç olmayan bir zamanda son bulacağından şüphem yok. O gün gelene kadar, bir süre emekli bir akademisyen olmanın konforunu yaşayayım, dedim.
Üniversitedeki görevimden bir gece yarısı Resmî Gazete’de ismim yayınlanarak ihraç edildiğimde, iktidar gazetelerinde isimlerimizin, fotoğraflarımızın yayınlandığı, vatan haini, terör sevicisi, sözde aydın, “monşer” olarak damgalandığımız karanlık günlerdi. Bana-bize yalnız olmadığımızı hissettiren uzak yakın pek çok arkadaşımız oldu. Tıpkı her gün yüz yüze baktığımız, birlikte çalıştığımız halde öğrencilerimiz bizleri uğurlarken kapılarının ardına saklanan, koridora çıkmaya dahi cesaret edemeyen çokça meslektaşın olduğu gibi. İhraç edildiğimiz gecenin sabahı isimlerimiz, derslerimiz, özgeçmişimiz üniversitenin web sayfasından silinmişti bile. Bunu hiç unutmayacağım. İhracımın ve üniversitenin arşivlerinden tümüyle silinmemin üzerinden birkaç hafta geçmeden benim verdiğim dersleri üstlendiği için ders notlarımı isteyen meslektaşlarımın olduğunu da. Ama bunların bir önemi yok.
2017 yılının Şubat ayında, bir anda kendimi bildiğim tek iş olan ders vermenin, araştırma yapmanın, akademik makale yazmanın hiçbir değerinin olmadığı bir dünyada buldum. İktidar ve sözcülerinin üzerime yapıştırdığı KHK’lı etiketi belli ki önceden beni toplantılarına, atölyelerine davet eden, verdikleri eğitimlere katkı sunmamı isteyen pek çok kuruluşun en azından bir süreliğine uzak durmasına sebep oldu. Bunu anlıyorum, OHAL koşullarında aslında herkes biz KHK’lılara yapışan damganın kendilerine de bulaşmasından korkuyordu. İhraçlar devam ediyor, KHK kıyımından sivil toplum örgütleri, basın kuruluşları, haber ajansları da paylarına düşeni alıyordu. Ancak o günleri düşündüğümde, bugüne kalan duygunun kırgınlık ya da kızgınlık olmadığını görüyorum. Baskın olan tek bir duygu var: Dayanışma. Emekli olabilirsem, bugünlerde bir üyesi olmaktan çıkacağım Eğitim-Sen hem maddi hem de hukuki anlamda hep yanımızda oldu. Böyle zamanlarda bir başına olmadığını bilmek çok önemli. Ankara Dayanışma Akademisi ve Türkiye’nin birçok başka ilinde kurulan Dayanışma Akademileri, bizleri hem öğrencilerimizle hem de normal zamanlarda bizim öğrencimiz olmayacak onlarca insanla, sivil toplum gönüllüsü, aktivist, öğretmen, memur, hukukçu, sanatçı, gazeteci, şimdi sayamadığım çok farklı çevrelerden insanlarla bir araya getirdi, hâlâ da getirmeye devam ediyor. Benim açımdan, çok değerli deneyimlerden biri oldu bu. Bianet, İnsan Hakları Ortak Platformu, İltica ve Göç Araştırmaları Merkezi o zor günlerde dahi bir başına olmadığımı hissettiren kuruluşlardandı. Yine de, bütün hayatınızı aynı işi yapmakla -ve benim gibi aynı kampüste, çocuk yaşta girdiğiniz aynı fakültenin çatısı altında- geçirdiğinizde, o işi yapmadan kendinizi değerli hissetmenizin yollarını bulmak çok zor oluyor. İhracımın üzerinden birkaç hafta geçtikten sonra, o heyecan dalgası durulduğunda, telefonlar çalmaz olmaya başladığında, baş etmekte en çok zorlandığım duygu “bir işe yaramazlık” olmuştu. İşim yoktu, öğrencilerim yoktu, üretemiyordum ve ev ve çocuklarla ilgilenmek dışında hiçbir işe yaramadığımı düşünüyordum. Böyle zamanlarda aklınız size başka bir şey söylese de, içinizi kemirip duran o duygudan kurtulamıyorsunuz.
İşte Gazete Duvar ailesinin bir parçası olmam o günlere rast geliyor. Lafı bunca uzatmamın sebebi de bu. Sevgili Özlem Akarsu Çelik, 16 Nisan referandumu öncesinde bir röportaj için bir araya geldiğimizde “Neden Duvar’da yazmıyorsun?” diye sormuştu. O gün Özlem’e ne yanıt verdiğimi hatırlamıyorum. Yazarım, demişimdir sanırım. Ama bunu gerçekten yapıp yapamayacağım konusunda şüpheliydim. Daha önce kısa öyküler, çocuk hikayeleri ve bir çocuk romanı yazmışlığım vardı. Akademik yazma alışkanlığım da. Ama bir gazetede düzenli yazılar yazmanın bambaşka bir iş olduğunu biliyor ve bunun altından kalkabilir miyim, diye kendime sormadan edemiyordum. Birkaç ay sonra Ali Duran Topuz aradığında Duvar’da yazmayı bu endişeler eşliğinde kabul etmiştim. Sonrasında Gazete Duvar, sadece yazılarımı yazdığım bir mecra değil, gönülden bağlandığım, kendimi parçası hissettiğim bir yer oldu. Yazmanın benim için her zaman sağaltıcı bir yanı olmuştur. İçimi kemirip duran meselelerin, anlaşmazlıkların, anlamaya, açıklamaya çalıştığım garipliklerin yükünü ilk gençlik yıllarımdan bu yana hep yazarak attım. Belki siz okurlara yansıtmadım ama Duvar’daki yazılarımın içimdeki fırtınaları dindirmeme çok katkısı oldu. Bir yandan haftalık yazılarım için çalıştım, bir yandan bambaşka insanlarla tanışıp bambaşka işlerle meşgul olmayı öğrendim. Bütün bu süreç içinde yazarlarını severek okuduğum, hem yazarlarından hem okurlarından çok şey öğrendiğim, okurlarına karşı kendimi sorumlu hissettiğim bir yer oldu Duvar. Zamanla bir işe yaramadığım duygusu silinip gitti: Duvar yazarı oldum. Bunun için tüm yazarlara ve siz okurlara çok teşekkür ediyorum. Bana güvenen Özlem Akarsu Çelik’e ve beni davet eden Ali Duran Topuz’a, işimi doğru yapıp yapmadığımdan endişe duyduğum o ilk günlerden artık bir Duvar çalışanı olmadığı zamana kadar her türlü yardımı esirgemeyen sevgili editörüm Emel Gülcan’a, Emel’in ardından yazılarımın editörlüğünü üstlenen, yorgunluğumu ve bazı haftalar yazı vermeyi atlamamı anlayışla karşılayan Ogün Işık’a çok teşekkürler. Emeği görünmeyen onlarca Duvar çalışanına ve bunu mümkün kılan Vedat Zencir’e de.
Belki de o haklıdır, iyi gazetecilik kişilere değil ilkelere bağlılıkla mümkündür. Ama burada sizlerle paylaştığım kişisel hikayemden de anlayacağınız gibi, kişilere kolay bağlanan bir insanım. Severek okuduğum yazarların ve onca emek verip onca zorluğu göze alarak bugünlere getirdiği Gazete Duvar’ı -hâlâ tam olarak ne olduğunu bilemediğim sebeplerle- terk etme kararı alan Ali Duran Topuz’un olmadığı bir Duvar’da olmak istemedim. Duvar’da çok iyi gazetecilik yapmaya devam edeceğinden şüphem olmayan bütün basın emekçisi arkadaşlarımın yolu açık olsun.
Aşağıdaki fotoğraf Duvar Ankara’nın yazarlarıyla son buluşmasından. Bu fotoğraftaki gülen yüzler, Duvar’ın bir parçası olmanın bizler için ne anlama geldiğinin bir göstergesi. Son derece zor şartlar altında, OHAL’de ve sonrasında büyük emekle inşa edilen bu duvarın gölgesinde bir süre soluklanabilmiş olduğum için çok mutluyum. Hoşçakalın.